Paylaş
70’lerde, Beyoğlu’nda Devekuşu Kabare’de izledim Zeki Alasya’yı. “Metin”, Erbakan olurdu, “Zeki” ise Demirel. Siyasileri, Zeki Alasya’nın ifadesiyle “belli bir çizginin üzerinde” yani letafetle hicvederlerdi. Sinemada ise başkaydılar... Beşiktaş’ta Mıstık veya Yumurcak Sineması’nın perdesinde karşımıza çıkardı Zeki-Metin: “Beş Milyoncuk Borç Verir Misin?”, “Nereye Bakıyor Bu Adamlar?” ile. Yanlış hatırlamıyorsam, yazlık sinemalarda Mavi Boncuk’un, Köyden İndim Şehire’nin tekrar gösterimleri olurdu. Onları gazoz, frigo, ayçekirdeği eşliğinde izlemenin tadı bir başkaydı tabii. Biz küçükler, kahkahalarla onları izlerken, sokaklar ikiye bölünmüştü: Sağcılar ve solcular diye... Üniversiteliler gece-gündüz öldürürdü birbirini. Çok kızılırdı Ecevit’e de, Demirel’e de, bunca kan dökülürken bir çözüm yolu bulamadıkları için.
80’lerde Devekuşu Kabare, Beyoğlu’ndan ayrılıp Harbiye’ye göç etti. Konak Sineması’nın tiyatroya dönüşen sahnesinde izledik onları; defalarca, kahkahalarla. Beyoğlu Beyoğlu, Yasaklar ve Deliler’de hem 12 Eylül sonrasını ve Özal dönemindeki hızlı değişimi, hem de her türden yasakçı zihniyeti eleştirdiler. Tabii yine “belli bir çizginin üzerinde” ve letafetle. Üstelik, sadece iktidar değil muhalefet de alıyordu payını bu eleştirilerden. Bu oyunlar yolda kasetten dinlendi, evde videodan izlendi. O yıllarda sokaklar sakindi, cinayetler bitmişti. Ama görünmez bir bölünme vardı yine de: İçeridekiler ve dışarıdakiler diye. Biz dışarıdakiler özlediğimiz sokak güvenliğini bulmuştuk ama “içeridekiler”, işkencecilerinden çok farklı bir elektrik alıyorlardı!
80’lerin sonlarında televizyon ekranlarındaydı Zeki Alasya, Metin Akpınar’la birlikte. Can Barslan’ın yazdığı “Yaşasın Düşmanım” skeçlerindeki absürt halleri, kitlelerce pek hatırlanmasa da, alanında öncü sayılmalıdır. 90’larda kasetler, Yüce Divan’lar, pazarlıklar, rejim ayarları derken öyle absürt olaylar yaşanıyordu ki, siyasi ve toplumsal hiciv anlamsız kalıyordu adeta. Siyasetin çizgisi hayli aşağılara inince, letafet kelimesi sadece sözlüklerde kaldı. Zeki Alasya-Metin Akpınar daima dost olsalar ve zaman zaman birlikte rol alsalar da, bildiğimiz Zeki-Metin ikilisi, 90’larda ayrıydı artık. Zaten ülkenin durumu da komediye hiç uygun değildi. Bölünmek isteyenler ve istemeyenler diye ikiye ayrılmıştı Türkiye.
Sene 2015. Bugün, Zeki Alasya’ya veda ediyoruz. Onun vefat ettiğini öğrendiğimde yolda giderken gözüme bir reklam panosu takıldı. Reklamdaki vatandaş ‘bölünmüş yollar’dan duyduğu memnuniyeti anlatıyordu. Doğrudur, yol ve can güvenliği için çok önemlidir bölünmüş yollar. Ama bölünmüşlüğün bir de diğer yanı var. Türkiye, bugün –kibar dille söyleyelim- Erdoğancılar ve Erdoğan karşıtları diye ikiye bölünmüş durumda. Trajikomik bir şekilde 70’lerden bu yana, bir türlü kurtulamadık bölünmüşlükten. Ortak bir zeminde buluşmakla tek tip olmak arasındaki ayarı bir türlü tutturamadık. Fikir ayrılığının toplum olmanın doğal bir sonucu ve hatta demokrasinin gereği olduğunu hepimiz samimiyetle kabullenmiş olsak, bu denli keskin bir bölünmüşlükten söz eder miydik? Hal böyle olunca orta yol-itidal arayışı, etkisizlikle eş anlamlı oluyor. Oysa Zeki Alasya’nın kişisel olarak en rahatsız olduğu durumlardan biriydi keskinlik. Şöyle demişti bir söyleşide: “Biz tiyatroda da dikkat ederseniz, şimdi kimsenin söyleyemediği şeyleri cesaretle söylerken hiç bayrak çıkarmadık. Yoksa ucuz kahramanlık kadar kolay bir şey yok bu memlekette. Biz, onu hiç yapmadık, Metin de yapmadı, ben de yapmadım. Sinemamda da yapmadım. Bazı şeylerin altını çok fazla çizmeyi, seyirciyi tümüyle boşlamanın ya da hiçe saymanın bir ifadesi olarak görüyorum.”
Birbirimizi “hiçe saymadığımız” günlerin umuduyla, elveda değerli usta...
Paylaş