Paylaş
ÇOK YAŞA!
Hesaplamalara göre taş devirlerinden ihtişamlı Roma’ya, hatta yakın çağlara kadar atalarımızın “beklenen yaşam süresi”, 30 yaş civarındaydı. 20.Yüzyıl başında, en gelişmiş ülkelerde dahi bu ortalama 40 yaşın biraz üzerindeydi. Geçmişte bebek-çocuk ölüm oranı o denli yüksekti ki, bir çocuk 10 yaşını geçerse 40’lı yaşlarını görmesi olasılığı birden artıyordu. (Türklerde çocuklara geç isim verme geleneği nedensiz değildi yani).
O zamandan günümüze, insanlık olarak bebek-çocuk ölümlerinin azaltılmasında büyük yol kat ettik. Beklenen yaşam süresi 80’li yaşlara ulaştı. Yani yaşam beklentimiz neredeyse üçe katlandı. Ne var ki, çağımızın hastalıkları etrafında yoğunlaşan korkularımız, atalarımıza göre kat kat uzun ve çok daha iyi koşullarda yaşadığımız gerçeğini bize unutturuyor. Kime sorsanız sağlığından yana şikayetçi…
“BİR NEFES SIHHAT GİBİ”
Bugün bizim aile hekimi reçetesiyle alacağımız bir ilaçla çıbandan kurtulma şansımız var. Ama ‘cihan padişahı’ Yavuz Sultan Selim’in bile böyle bir imkanı yoktu!
Kralların yanı başında yelpaze sallayan güçlü köleleri olsa dahi, bugün tek tuşla çalışan klimaların serinliğini yaşamaları mümkün değildi. En azametli imparatorlar bile uzak diyarların taze meyvelerinden yiyemezken bugün bunun için büyükçe bir markete gitmek yeterli. Bin bir zahmetle dağların zirvelerinden şehirlere getirtilen buz, artık ‘buz’ dolabında bizi bekliyor.
Kentleşmedeki büyük sıçramalar, antibiyotiklerin bulunuşu, aşılar… Tarımdaki ve ambalaj teknolojisindeki gelişmeler, hızlı nakliye, kolay ulaşım… Sanayi Devrimi ile yükselişe geçen ilerlemeler, sağlık ve yaşam standartlarını muazzam şekilde yukarı çekmiştir. BM, İnsani Gelişim Endeksi gibi ölçümler ve akademik araştırmalar yaşam kalitesindeki bu gelişimi izlenebilir hale getirdiler. Okullaşma oranından kamu hizmetleri erişimine varıncaya kadar son 60 yıldaki pek çok gelişmeyi istatistiklerde görmek mümkün.
YAR BANA “BİN” EĞLENCE
İyileşen yaşam standartlarımıza son dönemde bilişimin nimetleri de eklendi. 17.Yüzyıl’da Niyazî-i Mısrî’nin Kahire’den Anadolu’ya gelirken develerle taşınan yükler dolusu kitabını bugün küçücük bir tablete sığdırmanız mümkün. Evliya Çelebi için tek tuşla video çekmek; yazdıklarını günü gününe bloğuna yüklemek elbette harika olurdu!
Vakt-i zamanında alimler bazen aradıkları bir kitaba erişebilmek için ömür tüketiyordu. Oysa bugün internette basit bir arama, nadir bir kitabın sayfalarında gezinmek için yeterli. Ulaklarla birkaç haftada gönderilen haberler, vezir-i azam olmasanız dahi saniyesinde önünüzde. Eskiden krallara özel düzenlenen gösterilerin ve eğlencelerin bugün istemediğiniz kadarı televizyonlarda, hatta sokakta emrinize amâde…
YOKSA CENNETTE MİYİZ?
Tüm bu gelişmelere bakınca cennette yaşadığımızı düşünebiliriz! Ama durumun pek böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Gezegenimizdeki yüz milyonlarca insan, içecek temiz su bulma şansına bile sahip değil. Mega zenginlerle alt tabaka arasındaki uçurum; yaşam kalitesinde ülkeler arasındaki büyük mesafe... Tüm bu sorunlar ayrıca küresel ve bireysel güvenlik meselelerine dönüşüyor. Ama belki de en vahimi zihinlerimizdeki kararma…
Medeniyetimiz, son yıllarda hızla karamsarlık ve düşmanlık sarmalına sürükleniyor. Başkanlık yarışındaki Trump’ın anlattığı ABD, sanırsınız ki çöküşün eşiğinde! Avrupa’da yükselen ırkçılığı da aynı çerçevede değerlendirebiliriz. Türkiye’de ise kutuplaşmayı her kesimde görmek mümkün. Ne gariptir ki bunlar, kitlesel yaşam koşullarının belki de tarihteki en parlak döneminde yaşanıyor. Mazhar Alanson’un dediği gibi: “Ondan şikayet, bundan şikayet / Ne iştah kaldı, ne de afiyet”.
ŞIMARIKLIK MI, KAYBETME KORKUSU MU?
Medeniyetimizin hali, ‘nimetin kıymetini bilmeyen, elindekini de kaybeder’ diyen Anadolu bilgeliğini haklı çıkarır gibi. Ama kişisel erdem eksikliğinin ötesinde, sorunun kökü politik-ekonomik sistemin derinliklerinde. Tüm dünyada siyasetteki (ve piyasadaki) sert rekabet, vaat yarışıyla beklentileri abartılı bir şekilde yükseltiyor. Ama bir yandan da kitleler, sahip oldukları imkanları kaybetmekle korkutuluyor. Korku ise kötümserliğin en temel gıdası. Oysa tarihe baktığımızda görüyoruz ki, bugün orta-alt gelir grubundakiler bile aslında “krallar gibi yaşıyor”.
Elbette bu tarihî gerçekten hareketle, pembe gözlükle dolaşacak değiliz. Sorunlarımızı çözmek için araştırmak, eleştirmek ve geliştirmek zorundayız. Ama eleştirmek başka; olanaklarımızı unutup ‘kronik şikayetçiler’ ve ‘felaket bağımlıları’ haline dönüşmek başka. İyisi mi, arada bir gündemden uzaklaşıp atalarımızın halini hatırlayalım ve bari şu güneşli yaz günlerinde ‘enseyi karartmayalım’.
Paylaş