Paylaş
‘Ramazan ayı, tüm İslam dünyasında sevinçle karşılandı’… İçinde ‘İslam dünyası’ veya ‘alemi’ geçen bu gibi klasik cümleleri her Ramazan’da ve dini bayramlarda duyarız. Bu tür haberlerde bize gayet doğal görünen ‘İslam alemi’ tanımı, aslında hayli sorunludur. Peki ama tam olarak nasıl bir şeydir bu İslam dünyası? Nereden başlar, hangi diyarda biter? Gelin bu sorunun cevabını, öncelikle Kur’an’da arayalım.
KUR’AN’A GÖRE
Kur’an’ın ‘açılış’ sûresi Fatiha’da, “alemlerin rabbi olan Allah” ifadesi yer alır. Buna göre Allah, yalnızca Müslümanların rabbi değildir. Yani, sadece tek bir yaratıcıya inananların; sadece insanların; dünyadakilerin; hatta sadece bu evrendekilerin değil, tüm alemlerin rabbidir. Kelime olarak ‘barış’ ve ‘teslimiyet’ kökünden gelen İslam, Kur’an’a göre Allah katında ‘din’ demektir (Al-i İmran, 19). Hz.Adem’den Hz.Peygamber’e uzanan süreçte tekamül etmiş (olgunlaşmış, gelişmiş) ve tamamlanmıştır: “Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslam'ı beğendim” (Maide, 3). Dolayısıyla aslında “İslam alemi” diye ayrı bir alem yoktur: Tüm alemler birdir, bütündür ve hepsi bir Allah’ın iradesine tabidir.
MÜMİN’DEN MÜSLÜMAN’A
Kur’an’ın bu ilkeleri doğrultusunda, klasik dönem Müslüman tarihçiler (örneğin Taberi, İbn Kesir) söze zamanın ve kainatın yaradılışından başlarlar. İslam, onların kaleminde Hz.Adem’den Hz.Peygamber’e uzanan tarihsel bir bütün olarak anlatılır. Öte yandan, Allah’ın birliğine ve dinin (Hz.Muhammed’in tebliğ ettiği) son biçimine iman edenler / etmeyenler vardır. Yani mümin olanlar (Müslüman) ve olmayanlar vardır.
Her ne kadar ‘İslam’ ve ‘Müslim’, Kur’an’da doğrudan yer alsa da, erken dönemde Müslümanlar kendilerini ağırlıklı olarak “Müminler” olarak adlandırmıştır. Nitekim, Hz.Ömer kendisine “Emirü’l-Mü’minîn” yani “Müminlerin Emiri” denmesini istemişti. Çünkü –özellikle- o yıllarda İslam’ı kabul etmiş olmak, mümin olmak anlamına gelmiyordu. Hucurat Suresi’nin 14. ayetinde şöyle der: “Araplar (bedeviler) ‘iman ettik’ dediler. Siz iman etmediniz ama ‘teslim (İslam) olduk’ deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi”. Yani söz konusu ayete göre ‘dünyevi’ iradeye boyun eğerek görünürde ‘Müslim’ olmak, kalpten ‘mümin’ olmakla aynı şey değildir. İslam, zamanla geniş bir coğrafyada kabul edilecek; ‘Müslim’, gündelik dilde ‘mümin’ kelimesinden daha yaygın hale gelecektir.
İNCE AYRIMLAR, KABA GENELLEMELER
TDK’ya göre İslam, İslamiyet, İslamlık ve Müslümanlık eş anlamlı. Oysa bunları İslam (= din), Müslümanlık (= İslam’ı benimseyenler ve yaşayanlar bütünü) ve İslamiyet (= İslam ve Müslümanlık etrafında şekillenen medeniyetler) biçiminde inceltmekte yarar var. Bugün bizim “İslam alemi” diye nitelediğimiz aslında Müslümanları ve onların çoğunlukta olduğu ülkeleri ifade ediyor. Böyle bakınca, kullanılan ifadenin doğrusu ‘İslam alemi’nden ziyade ‘Müslümanlar alemi’ olmalı.
Şüphesiz tüm bunlar, kitleler için sofistike ayrımlar. Bu incelikli tanımların gündelik dilde karşılık bulmasını beklemek gerçekçi olmaz. Çünkü kitleler ve medya, (ayrıca Hollywood, Yeşilçam vb.) derdini kestirmeden anlatmak için daima genellemelere ihtiyaç duyar. Her gün tekrarlanan kavramlarsa, derine çakılan inşaat temelleri gibi bilincimizde yer eder.
SONUÇTA HEPSİ MÜSLÜMAN DEĞİL Mİ?
Bir din olarak İslam tektir. Oysa onu algılama ve yaşama biçimleri, yani Müslümanlık çoktur. Örneğin Bosnalı bir Müslüman, Batı Afrikalı veya Filipinli bir Müslümanla aynı şekilde, aynı Kıble’ye dönerek ibadet eder. Ancak yaşam biçimleri, gelenekleri, toplum yapıları, tarihleri birbirinden öylesine farklıdır ki bunların tümüne sadece “Müslüman” deyip geçmek kolaycılığın zirvesidir. Üstelik Müslümanlık artık sadece İslam alemini (!) ilgilendirmiyor: BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi ülkelerde 50 milyon üzerinde Müslüman yaşıyor (Çin: 23, Rusya: 17, Fransa: 5, İngiltere: 3, ABD: 2,5 milyon). Sadece Almanya’da 4,5 milyon civarında Müslüman var. İngiltere’de Blackburn şehrindeki neredeyse her üç kişiden biri Müslüman.
Tüm bu verilere rağmen Samuel Huntington’ın meşhur “Medeniyetler Çatışması” tezine göre (1993), bir tarafta coğrafi bir tanıma dayanan ‘Batı’ medeniyeti vardır, karşısında ise dinlere dayalı medeniyetler. Geniş kitleleri etkilemiş olan Bernard Lewis, ‘İslam ve Batı’ isimli kitabında (1993) söz konusu çelişkiyi rasyonalize etmeye gayret etse de tam anlamıyla çözemez. İşin ilginci, aynı algı ‘karşı’ tarafta da görülür: 19.Yüzyıl’da ‘Batı’nın üstünlüğüne karşı bağımsızlık çabasına giren ‘Modern İslamcı’ hareketler, Batı-İslam genellemesini aynen kullanmıştır. Bu genelleme, 1945-80 arasında Arap-İsrail Savaşları ve Lübnan İç Savaşı, 80’lerde İran ‘İslam’ Devrimi nedeniyle yükselişe geçerken 11 Eylül sonrasında zirve yaptı. Şimdilerde ise genellemenin bir numaralı nedeni, DAEŞ/IŞİD.
DOĞRU SONUÇLARA VARABİLMEK İÇİN
Hem Müslümanlık içinden gelen, hem de Batı kaynaklı ‘İslam alemi’ genellemesi, ‘kavram kargaşası’ deyip geçilebilecek bir mesele değil. Çünkü beraberinde ‘Müslüman ülkeler neden fakir?’, ‘Müslümanlar neden bilimde geri?’, ‘İslam ve demokrasi bir arada olabilir mi?’ gibi soruları getiriyor. Oysa meselelere tarihi ve coğrafyayı hiçe sayan bu tür şablonlarla bakmak, derin kafa karışıklıklarına yol açıyor. Peki ama nüfusunun yaklaşık %60’ı ateist olan Çin demokrasiyle mi yönetiliyor ki, dinle demokrasi arasında bu kadar düz bir bağ kurabilelim? Hindistan’da onlarca din bir arada yaşandığı için mi bilim ve teknoloji yeterince gelişmedi? Almanya Katolik ve Protestan; Japonya Budist ve Şintoist nüfusa sahip olduğu için mi zamanında faşist idarelere yöneldi? Latin Amerika’da Katolik Hristiyanlar çoğunlukta olduğu için mi yıllar yılı askeri darbeler yaşandı? Veya Aztekler veya Mayalar antik dinleri nedeniyle mi Avrupa’yı ele geçiremedi?... Bu liste, uzayıp gider. Elbette din ve dindarlık, bir toplumun, bir kültürün temel belirleyicilerindendir. Ama bu ayrı bir konu; yaklaşık 1,7 milyar insanı tek bir başlıkta değerlendirip ‘İslam alemi’ diye genellemek; üstüne de her tür analizi aynı genelleme üzerinden yapmak apayrı bir konu.
Paylaş