Paylaş
Ne acıdır ki, olumsuz bir imgeden daha ağır yükler de devralabilir evlatlar... İzi hayat boyu silinmeyen kan davaları gibi. Atalarımız boşuna dememişler, “dedesi ekşi erik yemiş, yedi göbek torununun dişi kamaşmış” diye.
HESABINI SİZDEN SORARIM
Kuşaktan kuşağa aktarılan düşmanlıkların, kan davası meselesinin kökleri neredeyse medeniyet tarihi kadar eskidir. Yunan şehir devletlerinden Japonya’ya kadar tüm coğrafyalarda ve hemen her devirde çıkar karşımıza. Elbette Arap kültüründe de durum farklı değildi. Öyle ki bir kişinin işlediği suçtan bazen tüm kabile sorumlu tutulurdu. Döneme ait bir şiirde ifade edildiği gibi: Affetmem, hesabını sorarım o kabilenin oğullarından... / Alırım şerefimin öcünü ileri gelen eşrafından.
YENİ BİR DEVRİN BAŞLANGICI
İslamiyet’in doğduğu yıllarda, Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki yıkıcı kan davası, Medine’nin (Yesrib’in) en önemli meselesiydi. Evs ve Hazrec, bu sonu gelmez çatışmadan çıkış yolu bulamayınca, şehrin idaresini tarafsız ve adaletli birine teslim etmeye karar verdi. İki taraf arasında köprü görevini üstlenip barışı sağlayacak o güvenilir arabulucu, “Son Peygamber” Hz. Muhammed idi. Resulullah’a gelen bu beklenmedik davet, Mekke’de ambargo altında varlık mücadelesi veren Müslümanlar için bir tür yeniden doğuş gibiydi. Tabii Medine şehri için de.
HERKESİN HATASI KENDİNE [Mİ?]
Medine’deki 120 yıllık kan davasının son bulmasını sağlayan Hz. Peygamber, Veda Hutbesi’nde tüm Müslümanlara şöyle seslenmiştir: “Cahiliyeden kalma tüm adetler kaldırılmıştır... Cahiliye döneminde var olan kan davaları, - kıyamete kadar, daimî olarak - kaldırılmıştır.” Nitekim Kuran’a göre herkes sadece kendi suçlarından sorumluydu. Yakınlık, akrabalık derecesi ne olursa olsun, kimse bir başkasının işlediği suçtan ötürü cezalandırılamazdı: “Hiçbir suçlu, başkasının suçunu yüklenmez.” (En’am, 164).
Elbette sonraki kuşaklardaki Müslümanlar bu açık çağrıya layıkıyla uysalardı, kan davası bizim için çoktan unutulmuş bir kavram olabilirdi. Ancak ülkemizde ve dünyada bunun böyle olmadığını, kan davalarının yakın zamana kadar sürdüğünü gayet iyi biliyoruz.
SEN KİMLERDENSİN
Peki ama geçmiş devirlerin kan davaları, günümüzde “marjinal” bir mesele değil mi? Kartal Tibet’in “Davaro” filmindeki gibi karakterler eskide kalmadı mı? Bir bakıma doğru... Kan davası geleneği, çağımız koşullarında giderek zayıflıyor, ki bu çok olumlu bir gelişme. Ama giderek kutuplaşan dünyamızın daha karmaşık bir sorunu var: “Kansız kan davaları”. Ertem Eğilmez’in “Tosun Paşa”sındaki gibi, aynı araziye konabilmek için kıyasıya mücadele eden “Tellioğulları – Seferoğulları” misali... Tarafların birbirine katı önyargılarla yaklaştığı hani... Kendi yakınlarından, mahallesinden, cemiyetinden, cemaatinden olmayanları adeta düşman bellediği... Kendi inancını, dünya görüşünü taşımayanları “gulyabani” gibi gördüğü...
Bulunduğumuz çağda bile “bizden olmayanları”, “Cahiliye” kafasıyla değerlendiriyorsak hangi ilerlemeden, hangi medeniyetten söz edebiliriz? Karşımızdakilerin “babalarını zaten hiç sevmesek” bile, hepimiz “süt kardeşleri” sayılırız aslında. Pandemi bir kez daha gösterdi: Birimiz tam anlamıyla iyileşmeden diğerine rahat yok. Kimlerden; hangi mahalleden, hangi köyden olursak olalım, kabul etmemiz evrensel gereken gerçek bu.
*
Yüzyılların mirasıyla sorumluluk bizde... Gelin ezeli davalı-davacı olmak yerine biraz daha Yunus gibi olmayı deneyelim. Demişti ya: “Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için / Dost’un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim”. Şu dünyada kavgada galip gelmekten bile daha güzeli, kavgayı bitirmek değil mi?
Paylaş