Paylaş
Bundan birkaç sene önce “Neden yok” diye eleştiri konusu olabilirdi oysa. Nedeni açık. Bu belgede Türkiye’nin adı eğer anılsaydı, kötü anılacaktı endişesi vardı Ankara’da, bu da hiç boşuna değildi.
Çünkü daha 12 Aralık’ta Washington’da bir düşünce kuruluşunda konuşan Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı HR (Herbert Raymond) McMaster, 18 Aralık’ta açıklanacak strateji belgesinden söz ederken “Türkiye ve Katar’ın Batıyı hedef alan aşırılıkçı İslami ideolojilerin temel destekçileri” haline geldiğini söylemişti; konuşmasında Müslüman Kardeşler örgütüne açık atıflar vardı.
Saat farkından dolayı ertesi güne kaldığı için Türkiye bunu 13 Aralık’ta şiddetle kınadı. Türkiye terörizmin hedefiydi, Türkiye’deki IŞİD ve El Kaide saldırılarında yüzlerce kişi öldürülmüş ve yaralanmıştı ve gerek Suriye, gerekse Irak’ta bu örgütlerle savaşıyordu.
McMaster’ın başında olduğu Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) aynı gün bir açıklama yaparak ABD’nin “Bölgeye istikrar getirme ve her türlü terörizmi defetme çabasında Türkiye ile stratejik ortaklığına bağlı” olduğunu ilan etti. Açıklamada Türkiye’nin Suriye ile “sınır güvenliğini güçlendirme, yabancı savaşçıların topraklarını kullanmasını durdurma ve önemli Suriye şehirlerini [IŞİD’ten] temizleme savaşının” ABD tarafından “takdir edildiği” de söyleniyordu.
İşte bu nedenle Ankara “stratejik ortağının” belgesinde Türkiye’den hiç bahis olmadığını görünce rahat bir nefes aldı; ya yer alsaydı, kötü yer almasından endişe vardı.
Şimdi… İki seçenekten birisini geçerli varsayabilirsiniz. Birincisi, McMaster’ın ilk beyanını “Allah söyletmiş” diyerek gerçek düşüncesi olarak esas alarak, bu görüşlerin strateji belgesinden muhtemelen Trump’ın devreye girişiyle çıkarıldığını varsaymaktır. Diğeri de –muhtemelen Trump’ın “Bir de bununla uğraştırmayın beni” uyarısıyla- McMaster’in birinci beyanını kayıtlarınızdan silip, ikinci (düzeltme) beyanını esas alarak Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin mükemmel devam ettiğini varsaymaktır.
Oysa Türk-Amerikan ilişkileri mükemmel olmak bir yana, hiç olmadığı kadar kötüleşmekte, baş aşağı gitmektedir.
Bu baş aşağı gidiş yalnızca Reza Zarrab davası nedeniyle değildir. Yalnızca Fethullah Gülen’in hala ABD’de oturup Türkiye’deki faaliyetlerini yönetiyor olmasına 15 Temmuz iddianameleri ortadayken izin verilmesi nedeniyle de, yalnızca Suriye’de YPG/PKK nedeniyle yaşanmaya devam eden gerilim nedeniyle, tutuklu rahip Andrew Brunson, tutuklu Türk vatandaşı Amerikan konsolosluk çalışanları ve vize krizi nedeniyle de değildir.
Bunların tamamının bileşimi ce çok daha fazlası, Türk ve Amerikan devletleri, hükümetleri arasında baş gösteren ve giderek artan güven bunalımı nedeniyle ilişkiler baş aşağı gidiyor. Belki sadece Erdoğan ve Trump’a kalsa bu kadar olmayabilir, ama sadece onlara kalmıyor, özellikle ABD tarafında diğer devlet kurumlarında görülen Erdoğan karşıtlığı, Türkiye karşıtı havaya dönüşmüş görünüyor. O kadar ki, Trump’ın Ulusal Güvenlik Strateji belgesinde IŞİD’in eylemleriyle can aldığı ülkeler sayılırken NATO müttefiki ve güya “stratejik ortağı” Türkiye’den –o bağlamda dahi- söz edilmiyor; bu olacak iş değildir.
Bu baş aşağı gidişe son günlerde bir de ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararı eklenmiş durumda. Bunun tek muhatabı tabii ki Türkiye değil. Örneğin yalnızca ABD’nin vetosuyla reddedilen BM Güvenlik Konseyindeki Kudüs oylamasının teklifini veren ABD yönetiminin tam desteğine sahip Mısır oldu. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 21 Aralık’ta Genel Kurul’da yapılması planlanan oylama öncesi lobi yapmak için New York’a uçtu. ABD’nin BM Temsilcisi Nikki Haley’in küçük ülkelere açıktan açığa “kimin ne oy kullandığını tahtaya yazacağız” tehdidine karşın üçte iki oy çoğunluğu aranıyor.
Bütün bunlara karşın, Türkiye’nin ABD strateji belgesinde adının geçmemesini hayırlı bir haber saymak zordur. Başka türlü söylersek, ABD’nin NATO’daki müttefiki ve güya “stratejik ortağı” Türkiye’ye kötü ve haksız atıflarla yer vermemek adına, hiç yer vermemesini olumlu bir gelişme saymak mümkün değil. Çünkü her ne kadar kayıtlara öyle geçsin diye geri aldıysa da, McMaster’ın Türkiye hakkında ilk söylediklerini Washington’un bakanlıklar semti diyebileceğimiz “Beltway” bölgesindeki genel havayı ne yazık ki yansıttığını görmek zorundayız. (McMaster, ABD’nin Suriye’de YPG/PKK’yı IŞİD’e karşı kara gücü olarak taşeron gibi kullanan Merkezi Komutanlık (CENTCOM) bünyesinde yıllarca Afganistan ve Irak’ta görev yapmış bir generaldir. Tıpkı halen CENTCOM komutanı olup 14 Aralık’ta Ankara’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ile görüşen Orgeneral Joseph Votel gibi… ABD derin devletinin Türkiye’ye hala 1 Mart 2003 Irak tezkeresinin reddi tepkisiyle yaklaştığı görüşleri çok da yanlış değildir.)
Trump’ın stratejisi “Önce Amerika” sloganıyla özetlenebilir ki bu da seçimlerde kullandığı “Yeniden büyük Amerika” sloganıyla uyum içindedir. ABD yönetiminde Soğuk Savaş’tan bu yana görülmüş en benmerkezci, en saldırgan ekibin borusu ötmekte, dünyanın en cüsseli mali ve askeri gücü bu ekibin etkisindeki siyasi liderlik tarafından güdülmektedir.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Trump’ın stratejisini “Elbette her ülkenin kendine göre bir güvenlik stratejisi belirleme ve bunu hayata geçirme hakkı vardır. Dolayısıyla biz de bu hakka sahibiz” sözleriyle değerlendirdi”. Bu serinkanlı ve gerçekçi bir değerlendirme. Öteden beri Türkiye’nin önceliklerinin Türk halkının çıkarlarına göre belirlenmesinden yana olanların haklı çıktığı görülüyor. Öte yandan, özellikle kendilerini müttefik sayan ülkelerin bir diğerinin ihtiyaçlarını göz ardı ederek kendi çıkarlarını dayatmasının –ki mevcut durumda ABD yönetiminin sadece Türkiye değil, İngiltere ve Almanya dâhil çoğu müttefikine tutumu böyledir- kimsenin lehine olmayacak sonuçlara yol açması kaçınılmaz olur.
Tekrar etmek zorundayım ki Türkiye-ABD ilişkileri baş aşağı gidiyor ve diplomatik mekanizmaları güçlendirerek ilişkileri ülkenin ve halkın çıkarları doğrultusunda normalleştirmek gerekiyor.
Paylaş