Paylaş
Herşey, Catherine Segurane adındaki o Fransız-İtalyan kırması genç kadının başının altından çıktı. Catherine olmasaydı Nice'de Avrupa zirvesi falan toplanamayacaktı. Hatta zirve bir yana, bugün Ecevit'in Avrupa fotoğrafında görünüp görünmemesi konusunu bile tartışmayacaktık...
Bütün bunlara hep Catherine sebep oldu, zira vaktiyle Nice'te bir işler etmeseydi, Güney Fransa'daki o güzelim şehirde şimdi Türk bayrağı dalgalanacaktı. Dolayısıyla bugün ne Avrupalı olmaya çalışmakla uğraşacaktık, ne gazetelerde ‘‘Rahşan hanım gösteriler yüzünden otelden çıkamadı’’ gibisinden haberler görecektik, ne de Nice'de gündemimize girecekti...
Catherine işleri bozmasaydı, Nice şimdi bizim viláyetimizdi... Nice'e Bodrum'a yahut Göçek'e gider gibi elimizi-kolumuzu sallaya sallaya gidecek, kilometrelere uzayan sahilini çoktaaan beton binalarla doldurmuş olacaktık. Hatta, sahilden Cimiez'ye uzanan yolun iki yanındaki balık ve karides lokantalarının yerinde şimdi kebapçılar, dönerciler, láhmacuncular sıralanacaktı.
Catherine'in kim olduğunu artık herhalde merak etmişsinizdir, söyleyeyim: Fransız-İtalyan kırması bir hatundur, tam adı Catherine Segurane'dır, Nice'de bundan beş asır önce yaşamıştır, bazı tarihlerde azıcık hafifmeşrep olduğu yazılıysa da, Fransa'nın milli kahramanlarından sayılır, üstelik bizim koskoca Barbaros Hayreddin'i bile dize getirmiştir.
İşte, Catherine'in bize ettiklerinin özeti:
Barbaros Hayreddin Paşa, 1543 ilkbaharında 110 gemilik bir donanmayla İstanbul'dan demir alıp Akdeniz'e açılır. Niyeti, Fransa'nın güneyinde bulunan İspanyol hakimiyetindeki limanları fethetmektir. Yolunun üzerindeki Ostia, Messina ve Reggio gibi İtalyan şehirlerini bombalar, Marsilya'ya uğrar, o devirde Savoi Dukalığı'nın hakimiyeti altındaki Nice'i kuşatır. Şehri birkaç gün içinde ele geçirir ve sıra direnmeye devam eden kalenin alınmasına gelir.
Catherine Segurane işte tam o sırada, kalenin düşmesi an meselesiyken ortaya çıkar. Dağılmak üzere olan askerlere cesaret verir ve toparlanmalarını sağlayıp levendlere saldırtır. Bir başka söylentiye göre ise yüksek olmayan burçlardan birinin üzerine tırmanır, karşılarında birdenbire bir kadın gören Barbaros'un levendleri şaşırırlar, Catherine levendlere arkasını döner ve eteklerini kaldırıp çok ayıp bir iş eder. Levendler ‘‘Estagfirullah! Neuzibilláh!’’ deyip elleriyle gözlerini kapattıkları sırada kaledeki askerler kapıları açıp hücuma geçer ve kuşatmayı püskürtürler. Kaleyi almaktan ümidini kesen Barbaros kuşatmayı kaldırır, levendler kalyonlarına döner ve Nice'den ayrılırlar.
Catherine işleri karıştırmasaydı Barbaros Nice'in tamamını alacak, Fransa'nın in taraflarına doğru ilerleyecek ve levendleri belki de kuzeyde biryerlerde Kanuni Süleyman'la birleşeceklerdi... Bütün bunları hep ihtimallerin üzerine kuruyorum ama ‘‘Bir türlü Avrupalılaşamamamızın en önemli sebeplerinden biri Catherine Segurane'dır’’ demekte de pek haksız sayılmam, öyle değil mi?
O şehir ki, bir zamanlar Ankara’nın belálısıydı
Günlerdir manşetlere taşıdığımız Nice hakkında Türk gazeteleri 1920'li ve 30'lu yıllarda değil övgüler yazmak, şehrin adından bile pek bahsedemezlerdi. Nice, o senelerde Ankara'nın gözünde 'muzır eşhásın' yani rejim için tehlikeli görülen kişilerin toplandığı bir yerdi ve bu yüzden Nice'de zoraki bir konsolosluk bile açmıştık.
Fransa'nın güneyindeki şirin sahil şehri Nice, günlerdir gazetelerimizin manşetlerinde, TV haberlerinin ilk sıralarında... Nice hakkında Türkiye'nin Avrupalılaşma yolunda ne kadar büyük önem taşıdığından tutun, Başbakan Ecevit'in orada nasıl sıcak bir kabul gördüğüne ve hatta şehrin güzelliklerinden ikliminin yumuşaklığına kadar yazılmadık ve söylenmedik hemen hiçbirşey bırakmadık.
Bugün tamamen unutmuştuk ama, Nice'in bizim için böylesine önem kazanması aslında pek yeni bir hadise değildi ve Nice bundan 70 küsur yıl önce de Ankara için hayli önemli bir yerdi. Ama o günlerle bugün arasında önemli bir fark vardı: 1920'li yahut 30'lu yılların Türk basını Nice'in bırakın ne kadar hoş bir yer olduğunu söylemeye, adından bahsetmeye bile çekinirdi, çok büyük bir gereklilik olmadan sayfalarında ‘‘Nice’’ sözüne asla yer vermezdi.
İşte, Nice ile çok eskilere dayanan ilişkimizin kısa öyküsü:
Büyük Millet Meclisi, Cumhuriyet'in ilánından dört ay üç gün sonra hiláfeti de láğvetti. Meclis'in 3 Mart 1924 günü kabul ettiği 431 sayılı kanun uyarınca Osmanlı hanedanının bütün mensupları Türkiye sınırları dışına çıkartıldılar. Hiláfet makamında oturan ve Osmanlı ailesinin reisi olan son Halife Abdülmecid Efendi, hemen o gece sınırdışı edildi ve on gün sonra Türkiye'de hanedandan tek bir kişi kalmadı.
Simplon Ekspresi'ne bindirilerek gönderilen Halife önce İsviçre'ye gitti, Montrö'nün banliyösü Territet kasabasında bir otele yerleşti, burada birkaç hafta kaldıktan sonra Fransa'ya geçti ve Nice'e inerek Carabacel (okunuşu: Karabasel) adında büyük bir villa kiraladı.
Hanedanın birçok mensubu Halife'nin ardından Nice'e yerleşti. Gelenlerin çoğu orta yaşı çoktan geride bırakmış insanlardı, İstanbul'un iklimine benzer bir yer arıyorlardı, Nice onlar için biçilmiş kaftandı ve kendi ifadeleriyle ‘‘Havasıyla suyu látifti’’.
Nice, Türkiye'ye girmeleri yasak olan daha çok sayıda kişiye mekán oldu: 150'liklerden bir grup ve son dönem Osmanlı devlet büyüklerinden bazıları da Nice'e yerleştiler. Güney Fransa'nın bu sakin sahil şehri, barındırdığı yasaklı Türk kolonisi yüzünden Ankara'nın gözünde artık ‘‘muzır eşhásın’’ yani netameli görülen kişilerin toplandığı bir yerdi. Bu kişiler genç cumhuriyet için tehlike yaratabileceklerine inanılıyordu ve dolayısıyla başta Halife olmak üzere hemen hepsinin takip altında tutulmaları şarttı.
Ama, Nice'e en yakın Türk konsolosluğu birkaç saat mesafedeki Marsilya'daydı, netameli şehirde olup bitenleri Marsilya'dan takip etmek son derece zordu ve çözüm Nice'de hemen kadrosu oldukça kalabalık bir konsolosluk açmakla sağlandı. Diplomatik görevlilerin yanısıra birkaç adet ticaret, vesaire ataşesi de vardı ve hepsinin asıl vazifesi Carabacel villasına gidip gelenleri tesbit etmek yahut günlerini sahildeki kafelerde geçiren diğer yasaklıların neler konuştuklarından haberdar olabilmekti.
Nice'den Ankara'ya hemen her gün bir veya birkaç rapor gidiyor, bu arada Halife'den para sızdırabilmek için Carabacel'de el-etek öpenlerin çetelesi tutuluyordu. Tabii, ‘‘Şehzade filánca efendi tahta geçebilmek için gizli bir teşkilát kurmuş’’ gibisinden bol bol ihbarlar da alınıyordu. Ama ihbar edilenlerin çoğu sefaletin sınırındaki kişilerdi ve aralarında gece plajlarda uyuyan, sabahları zeytinyağına ekmek doğrayıp yiyerek yaşamaya çalışan padişah torunları bile vardı.
Ankara, Nice'i 1939'a kadar hep gözünün önünde bulundurdu. Halife o sene Paris'e taşındı ve hayata veda ettiği 1944'e kadar, Alman işgalindeki Paris'te yaşadı. 150'likler zaten 1938'de affedilmişler ve Türkiye'ye dönmelerine izin verilmişti. Dolayısıyla Nice'de kalabalık bir görevli kadrosu bulundurmaya artık lüzum kalmamıştı ve Halife'nin Paris'e gidişinden sonra konsolosluk da kapatıldı.
İşte, bizim Nice ile eski tanışıklığımızın öyküsü...
Paylaş