Murat Bardakçı

Bağdat’ın láneti: Irak’ın hiçbir lideri yatağında can veremedi

31 Aralık 2006
Saddam Hüseyin’in idamı, Irak’ın bir özelliğinin asla değişmediğini gösterdi: Bağdat’ta 73 seneden buyana várolan ve Iraklı liderlerin yataklarında can vermemeleri ve makamlarını mutlaka darbeyle, suikastle yahut kuşkulu kazalarla bırakmaları ádetinin hálá devam ettiğini... Bugün bu sayfada, Irak’ta 1921’den bugüne kadar işbaşına gelen liderlerin listesi ve ákıbetleri yeralıyor. Ben, Saddam Hüseyin’in de dün sabah aynı ákıbete uğraması üzerine gelecekteki liderlerin, meselá káğıt üzerinde de olsa Irak’ın hálen cumhurbaşkanlığını yapan Celál Talabani’nin ve ondan sonrakilerin ákıbetlerini merak ediyorum.

TARİHİN ceberrutlar resmigeçidinde, Saddam Hüseyin de yerini aldı. Muhabirlik yıllarımda Ortadoğu’da senelerce yaşadım, daha birçok ülkede, en acımasız diktatörlerin hüküm sürdüğü memleketlerde bulundum ama Irak’tan başka hiçbir yerde Saddam Hüseyin’in rejimi kadar baskıya, kana ve gözyaşına dayalı bir idare görmedim.

Dicle sahilindeki balık lokantalarında beraberce hoş zamanlar geçirdiğiniz bazı dostlarınızı Bağdat’a bir sonraki gidişinizde hayatta bulamamanın hüznünü ifade edebilmek çok zordur. Hattá, sadece dostlarınızın değil, evlerinin bile idamlarından hemen sonra buldozerlerle yokedilmiş ve ailelerinin kaybolmuş olduklarını öğrenmenin ıztırabını kelimelere dökmeye çalışmak, boş bir gayret gibidir. Kaybolan tanıdıklarınızın başlarına nelerin geldiğini gayet iyi bildiğiniz halde ákıbetlerini merak edip sorduğunuzda etrafınızın bir cüzzamlıdan kaçarcasına boşalmasını hissedebilmeniz için, o ánı yaşamanız gerekir.

Saddam Hüseyin’in iktidarı yüzbinlerce kişiye işte bütün bu üzüntülerin çok daha ağırını yaşatmış ve Irak, her gün çıkartılan milyonlarca varil petrolün geliriyle mükemmel bir refah toplumu olabileceği halde korkunun, baskının ve terörün hüküm sürdüğü bir kan ve gözyaşı beldesi háline gelmişti.

Dolayısıyla, ben, Irak’ı bugünkü batağa sürükleyen ve binlerce kişinin hayatına málolan Amerikan işgalinin bile, ömrünü dün sabaha karşı celládın ilmiğinde noktalayan Saddam Hüseyin zamanında çekilenlerden evlá olduğuna inanırım.

Saddam’ın idamı, Irak’ın değişmeyen bir özelliğini daha gösterdi: Bağdat’ta 73 seneden buyana várolan bir geleneğin, Iraklı liderlerin yataklarında can vermemeleri ve makamlarını mutlaka darbeyle, suikastle yahut kuşkulu kazalarla bırakmaları ádetinin hálá devam ettiğini...

Bu sayfada, Irak’ta 1921’den bugüne kadar işbaşına gelen liderlerin listesini ve ákıbetlerini okuyacaksınız. Ben, Saddam Hüseyin’in de dün sabah aynı ákıbete uğraması üzerine gelecekteki liderlerin, meselá káğıt üzerinde de olsa Irak’ın hálen cumhurbaşkanlığını yapan Celál Talabani’nin ve ondan sonrakilerin ákıbetlerini merak ediyorum.

Parçaladılar, kurşuna dizdiler yahut köpeklere yedirdiler

AMELİYAT MASASINDA KALDI

KRAL BİRİNCİ FAYSAL:
Birinci Dünya Savaşı yıllarında bize karşı başlayan Arap isyanının hazırlayıcısı olan Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğluydu ve isyanın başından itibaren içinde bulunmuştu. 1921’de krallık olan Irak’ın tahtına geçti, 1933’e kadar tahtta kaldı ve İsviçre’de basit bir apandisit problemi yüzünden yattığı ameliyat masasından kalkamadı. Ölümünün arkasında İngiltere’nin bulunduğu söylendi.

OTOMOBİLİ DUVARA ÇARPTI

KRAL GAZİ: Faysal’
ın oğluydu. Babasının ölümünden sonra oturduğu tahtta sadece altı yıl kalabildi. İktidarı sırasında, Arap dünyasını birleştirmeye çalıştı ama 1939’da kendi kullandığı otomobiliyle bir duvara çarparak can verdi. Otomobilin frenlerinin İngiliz ajanlar tarafından gevşetildiğine inanıldı.

CESEDİNİ KÖPEKLERE YEDİRDİLER

KRAL İKİNCİ FAYSAL:
Gazi’den sonra, Irak tahtına dört yaşındaki oğlu İkinci Faysal çıktı, küçük kralın büyük amcası olan Hicaz’ın eski kralı Ali’nin oğlu Prens Abdülilláh kral naipliğine getirildi ve İngiltere bölgede yeniden söz sahibi oldu. Faysal, 1957’de Osmanlılar’ın son hükümdarı Sultan Vahideddin’le Halife Abdülmecid Efendi’nin küçük torunu olan Mısır Prensesi Fazile İbrahim ile nişanlandı ve düğün hazırlıkları yapıldığı sırada, 1958’in 14 Temmuz’unda, Bağdat’ta askeri bir darbe yaşandı. Prens Abdülilláh, Başbakan Nuri Said Paşa ve kraliyet ailesinin neredeyse tamamı yataklarında parçalandılar. Vücuduna birkaç kurşunun isabet ettiği genç kral hastahaneye kaldırıldı ama darbeci subayların "Hayata döndüğü takdirde hepimizi kurşuna dizdirir" diyerek doktorların müdahalesine izin vermemeleri üzerine, Faysal, hastahanenin bir koridorunda yerlerde can verdi. Sonraki günlerde, kralın ve kraliyet ailesinin diğer mensuplarının cesedlerinin köpeklere yedirildiği anlatıldı.

MAKAMINDA VURDULAR

GENERAL ABDÜLKERİM KASIM:
Irak’ta krallığa son veren 1958 darbesinin görünürdeki lideriydi. İktidarda beş yıl kalabildi ve 8 Şubat 1963’te o da bir darbede öldürüldü.

HELİKOPTERİ DÜŞTÜ

GENERAL ABDÜSSELÁM ARİF:
1958 darbesinin arkasındaki asıl ismin Abdüsselám Arif olduğu söyleniyordu. Arif, Abdülkerim Kasım’ın 1963’te ortadan kaldırılmasından sonra Irak’ın hákimi oldu ve aşırı Arap milliyetçisi bir politika takip etti ama 1966’nın 15 Nisan’ında şüpheli bir helikopter kazasında hayata veda etti.

İSTİFA ETTİ, SONRA DA ÖLDÜ

AHMED HASAN EL BEKR:
1968’deki Baas darbesinin liderlerindendi. Aynı senenin 30 Temmuz’unda Cumhurbaşkanı ilán edildi, 1979 Temmuz’unda sağlık sebepleri yüzünden görevini bıraktığı ve başkanlık yetkilerini yardımcısı Saddam Hüseyin’e devrettiği açıklandı. 1982’de ölen Hasan el Bekr’in tabutunu Saddam Hüseyin gözyaşları içerisinde taşırken, Iraklılar sábık liderin hayatına Saddam’ın tabancasından çıkan bir kurşunun son verdiğini fısıldıyorlardı.

DARAĞACINDAKİ İLK LİDER

SADDAM HÜSEYİN:
Yaptıklarını ve ákıbetini yazmama lüzum yok! 1979’dan buyana iktidardaydı ama ölümü, Irak’ta liderleri ortadan kaldırma metodunda bir değişiklik yarattı. Irak’ın Saddam öncesindeki bütün liderleri ya parçalanmış yahut kurşunla can vermişlerdi; Saddam Hüseyin tarihlere "Bağdat’ta darağacına çıkartılan ilk lider" olarak geçti.

Bu kitap, tarihçilere nasıl iyi bir tarihçi olunacağını öğretiyor

SON dönem Osmanlı tarihçilerinin en fazla yayın yapanlarından olan ve yanlış bilinen birçok konunun doğrusunu ortaya çıkartmasıyla, meselá Ulubatlı Hasan isminde bir yeniçerinin varolmadığını ispatıyla tanınan Dr. Erhan Afyoncu, çok önemli bir başka eser daha yayınladı: "Tanzimat Öncesi Osmanlı Tarihi Araştırma Rehberi".

Batı’da akademisyenler için, daha önceden yapılmış araştırmaları anlatan çok sayıda rehber kitaplar kaleme alınmışken, Türk tarihçiliğinde bu tür eserlere fazla rastlanmaz. Bu yüzden bizdeki birçok yeni araştırmacı ana kaynaklar bir yana, kendilerinden önceki araştırmalardan bile habersizdir.

Bu konuda kaleme alınmış olan tek eser, Osmanlı tarihçiliğinin en önemli isimlerinden Franz Babinger’in 1927’de yayınladığı "Osmanlı Tarih Yazarları" isimli kitaptır ama üzerinden neredeyse 80 sene geçmiş olmasına rağmen aynı alanda yeni bir araştırma yapılmamıştır.

Dr. Erhan Afyoncu’nun yayınladığı "Tanzimat Öncesi Osmanlı Tarihi Araştırma Rehberi" isimli eser, bu konuda yıllardan beri duyulan bir eksiği gideriyor. Tarihçiler artık kendi alanlarının ana kaynaklarına, kitaplara ve makalelelere çok daha rahat bir şekilde ulaşabilecekler.

Afyoncu, kitabında Osmanlı tarihinin ana kaynakları olan kronikler, şehnámeler, gazavatnámeler, fetihnámeler, sefaretnámeler, ıslahatnámeler, surnámeler, vefeyat ve biyografi kitaplarıyla ilgili yeni bilgiler verdikten sonra Osmanlı İmparatorluğu için Türk tarihleri kadar önemli olan yabancı kaynakları da sıralıyor. Kitapta, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan 1839’da ilán edilen Tanzimat Fermanı’na kadar geçen süreyi anlatan araştırmaların da bir listesi yeralıyor.

Osmanlı tarihi hakkında araştırma yapmak isteyenler, bundan böyle Dr. Erhan Afyoncu’nun "Osmanlı Tarihi Araştırma Rehberi"ni incelemeden, çalışmaya başlayamayacaklar.
Yazının Devamını Oku

Azgın tekelerin pîri olan Kılıç Ali Paşa cariye koynunda can verdiğinde 87 yaşındaydı

24 Aralık 2006
"Azgın teke sendromu"ndaki artışlarla ilgili haberleri okurken, eski asırlardaki benzer hadiseleri düşündüm. Geçmişimizde bu konuda bol bol örnek vardı ve tarih kitaplarımız padişahından paşasına ve hattá sokaktaki adamına kadar çok sayıda erkeğin maceralarından sözetmişlerdi. Ama, 16. asırda yaşamış olan Kapdanıderya Kılıç Ali Paşa’nın "azgın teke sendromu" diğerlerini geride bırakmış ve Paşa, tarihlere "en azgın ve en hızlı teke" olarak geçmişti. Türk denizcilik tarihinin en kahraman amirallerinden biri kabul edilen Kılıç Ali Paşa, seksenini geride bıraktığı yıllarda bile yatağına her gece bir bakire cariye almış ve ölümü de bu yüzden olmuştu. 87 yaşındaki Paşa, 1587’nin 21 Haziran akşamı kendisinden neredeyse 70 yaş küçük cariyelerle beraber sazlı-sözlü bir cümbüşe dalmış ve aynı gece, yataktan Paşa’nın cenazesini çıkarmışlardı.

İSİM babalığını Selahattin Duman’ın yaptığı "azgın teke sendromu" meğer ne çok yaygınmış! Her geçen gün bu sendroma tutulan yeni isimlerle teşerrüf edip maceralarını öğreniyor ve azgın teke vak’asının nasıl artmakta olduğunu görüyoruz.

Basınımızın sendromdaki artışlar konusunda verdiği haberleri okurken, eski asırlardaki benzer hadiseleri düşündüm. Geçmişimizde bu konuda bol bol örnek vardı; tarih kitaplarımız padişahından paşasına, kapdanıderyasından sokaktaki adamına kadar çok sayıda erkeğin benzer maceralarını yazmışlardı. Ama "azgın teke sendromu" kavramı o devirlerde şimdiki gibi ilmi bir şekilde ortaya konmadığı için, málum davranışlardan sadece "kadın düşkünlüğü" yahut "azgınlık" gibisinden isimlerle bahsedilmişti.

Meselá, Sultan İbrahim ile Beşinci Murad, kadınlara olması gerektiğinden çok daha fazla düşkündüler. Sultan İbrahim’in merakı devleti bazan tehlikeli vaziyetlere koyacak, Beşinci Murad’ın yaptıkları ise işitenlerde sessiz tebessümler yaratacaktı.

Sultan İbrahim, devletin önde gelen kumandan paşalarının nikáhlı hanımlarına bile el atmaya kalkışınca Anadolu’da kanlı isyanlar çıkmıştı. 1876’da tahttan indirilmesinden sonra Çırağan Sarayı’na kapatılan Beşinci Murad ise yanındaki genç cariyeleriyle günde on-on defa birarada olmaya başlayınca, annesi Şevkefza Kadın çareyi büyücülerde ve muskacılarda aramış, onlardan şefaat ummuştu. 60 küsur yaşındayken daha yirmisini bulmamış olan cariyesi Ruhşah’a içli aşk mektupları gönderip "Bu gece de gelmez isen vallahi ölümüme sebep olacaksın" diye yakaran Birinci Abdülhamid ise, tarihlere "romantik áşık" olarak geçecekti.

EN AZGIN VE EN HIZLI TEKE

Ama, 16. asırda yaşamış olan Kapdanıderya Kılıç Ali Paşa’daki "azgın teke sendromu", bütün diğer örnekleri geride bırakacak ve Paşa, "en azgın ve en hızlı teke" unvanını asırlar boyunca elinde tutacaktı.

Ali Paşa kimi tarihçiye göre İtalyan, kimine göreyse Barbaros Hayreddin Paşa’nın yetiştirmesi olan bir Türk idi. 1500 yılında doğdu, gençliği Hayreddin ve Turgut Reisler ile beraber deniz savaşlarında geçti. Bahriye tarihimizin en büyük yenilgisi olan 1571’deki İnebahtı Savaşı’nda Türk donanmasının tamamen yokolmasına máni olduğu için Kapdanıderyalığa getirildi ve 1587’nin 21 Haziran’ındaki ölümüne kadar bu vazifede kaldı. Birçok hayır işleri de yapmıştı ve Tophane’de bugün hálá onun ismini taşıyan büyük camii de o inşa ettirmişti.

"Uluç" ve "Kılıç" lákaplarıyla anılan ve "Reis" de denilen Ali Paşa, tarihlere bir zamanların en kuvvetli deniz gücü olan Türk donanmasının yaratıcılarından ve en kahraman amirallerinden biri olarak yazılmasının yanısıra, bir diğer özelliğiyle daha geçti: Bugün "azgın teke sendromu" dediğimiz davranışın en uç örneği olarak... Paşa bu işte öylesine ileriye gitmişti ki, ölümü bile bu uğurda gitmişti...

Kılıç Ali Paşa’nın kadınlara, özellikle de bakirelere karşı aşırı düşkünlüğü o devirlerde herkesin dilindeydi. Seksenini geride bırakmasından sonra bile, her gecesini mutlaka en az bir bakire cariyeyle beraber geçirdiği, üstelik beraberliklerinin sözde kalmadığı, fiiliyatta da başarıyla neticelendiği anlatılır, Paşa’nın bu gücü, yaşıtı olan erkekleri hasetlerinden çatlatırdı.

PAŞA’YA CARİYE PERHİZİ

1587 ilkbaharında artık 87 yaşına gelmiş olan Ali Paşa, birdenbire yatağa düştü. İmparatorluğun en namlı tabipleri, denizlerin ve gecelerin kahramanına şifa bulabilmek için birbirleriyle yarışır oldular. Bitip tükenmek bitmeyen muayenelerden sonra 1587’nin 21 Haziran akşamı "Paşa hazretleri" dediler, "Evvelá şu iláçları almanız ve perhize girmeniz gerek...". Sonra, bahsettikleri perhizin kızartmalarla ve zeytinyağlı yemeklerle alákasının bulunmadığını, "cariyelerden uzak durmak" olduğunu söylediler.

Ama, Paşa’ya söz anlatabilmek ne mümkün? Kılıç Ali Paşa "Benim şifam iláçlarda değil, sizin menetmek istediklerinizdedir" diye kükreyip tabipleri huzurundan kovdu. Sonra, pek mecáli kalmadığından olacak yatağına uzandı, haremağalarına "Avratları tez getüresiniz!" buyurdu ve kendisinden neredeyse 70 yaş küçük cariyelerle sazlı-sözlü cümbüşe daldı.

Paşa’nın o gece yataktan cenazesini çıkardılar.

Tarihimizdeki "azgın teke sendromu"nun en ileri örneğini teşkil eden Kılıç Ali Paşa’nın öyküsü, işte böyle. Paşa’nın yolundan gitmek isteyen ama málum sebepler yüzünden zorluk çekenler için, Paşa’nın yaşadığı devirlerin daha öncesinden kalma elyazması bir tıp kitabındaki bir reçetenin bazı kısımlarını da günümüzün Türkçesi’ne naklederek yayınlıyorum.

VIAGRA’NIN YAN ETKİLERİNDEN ÇEKİNEN AZGIN TEKELERE  500 YILLIK REÇETE

BU sayfada bugüne kadar eski kitaplardan aldığım birçok reçeteyi sevabına yayınladım.

Şimdi, Viagra’nın yüksek tansiyon yahut kalp krizi riski gibi yan etkilerinden çekinenler için yine eski bir metni, 15. yüzyılın ikinci yarısında zamanın hükümdarları için hazırlanan ve cinsel güçsüzlüğü ortadan kaldırdığı söylenen bir macunun nasıl yapılacağını anlatan bir reçeteyi bugünün diline naklederek veriyorum. Ama, ilácı imal etmeye kalkışacak olanların başlarına birşey gelmesi ihtimalini ortadan kaldırmak için macunun içine konması gereken bazı maddeleri yazmadığımı da peşinen söyleyeyim:

İşte, şimdi Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde, muhafaza edilen reçete:

"...Bu macun vücuttaki bütün illeti ve marazı defeder, çocuğu olmayanı çocuk sahibi yapar ve Allah’ın izniyle bütün bozuklukları alır. İlácı kullananlar akşamları bundan altı dirhem yedikleri takdirde, ertesi sabah idrarlarını yaparlarken vücutlarından idrarla beraber nelerin çıktığını görüp hayrete düşerler. Anlayacağınız, bu macunun faydası bir gecede görülür.

İlácın terkibi ve yapılışı şu şekildedir: Onar dirhem karanfil, kebabe, fülfül ve tarçın; beşer dirhem udü’l-kahir ve kereviz tohumu alasın. Gene onar dirhem Mısır anasonu, ısırgan, havuç, şalgam, üzerlik, turp tohumu, mastaki, sakız, sinameki, ak günlük, acıbadem yağı ve yirmi dirhem çörek otunu da bir tarafa koyasın. Bunların hepsini havanda iyice dövüp beyaz bal iláve ederek macun haline getiresin, macunun içine beş çekirdek misk ve altmış dirhem de şeker katasın. Bir káseye koyup sabah ve akşam altışar dirhem yiyesin. Yediğin sırada abdestli olarak bazı duaları okuduğun takdirde, ilácın tesirini daha kuvvetli bir şekilde göresin"


Senelerdir yerlerde sürünen Türk Müziği bu CD ile ayağa kalkıyor

TÜRKİYE’de herşeyin artık günübirlik yaşanır olmasından musiki de çoktan nasibini aldı. Gazetelerin birinci sayfalarındaki zamane sanatçılarının ömrü sadece birkaç ay sürüyor, sonra yerlerini başkaları alıyor. Gündemde kendilerine "sanatçı" dedirterek kalabilmeye azimli olanları ise, isimlerini sanatlarıyla değil, magazin konusu hálinde devam ettirme yolundalar.

Ama, bütün bu toz-duman arasında, sanatı gerçek ve kalıcı bir şekilde yapabilen, ortaya sessiz-sadasız da olsa ciddi eserler koyabilen tek-tük kişiler neyse ki hálá mevcud.

Türkiye’nin Cemil Bey’den sonra yetiştirdiği en seçkin klasik kemençe üstadlarından olan Derya Türkan’ın bugünlerde çıkarttığı "Minstrel’s Era", yani "Saray müzisyenleri çağı" isimli CD, işte bu örneklerden biri.

Derya Türkan, CD’sinde, 17. asırda Osmanlı hükümdarlarının huzurunda icra edilmiş olan saz eserlerini alışılmışın dışında, ama eserin ruhunu bozmayan modern bir yorumla icra ediyor. CD’de, Türkiye’nin en parlak viyolonselcilerinden olan Uğur Işık ile Batı’da gayet iyi tanınan Fransız caz kontrbasçısı Renaul Garcia Fons, 17. yüzyılın nağmelerini Derya Türkan ile beraber bugün hemen herkesin rahatça dinleyip zevk alabileceği bir hále getiriyorlar.

CD’yi dinlerken, klasik kemençenin inanılmaz bir hüzünle dolu sesinin enginlerdeki berrak kanat çırpışlarının refakatinde, bir zamanlar Topkapı Sarayı’nın yaldızlı kubbelerini saran nağmeler kulaklarınızda yankılanacak ve asırlar önce kaybolmuş bir álemin, bugünün giysilerine bürünmüş halde önünüzde durduğunu hissedeceksiniz. Ben, Cemil Bey’in 20. yüzyılın başındaki kayıtlarının müzisyenlerimize hálá ilham veren bir nağmeler deryası olması gibi, Derya Türkan’ın CD’sindeki Rastlar’ın, Nihavendler’in, Buselikler’in ve Mevc-i Deryálar’ın resmigeçidinin de ileriki zamanların müzisyenlerine aynı ilhamı vereceğine inanıyorum.
Yazının Devamını Oku

Amerikalılar, kestiğimiz devenin dedesinin heykelini dikmişlerdi

17 Aralık 2006
Kıt’a Arabistanı’nın dini yorum tarzını model seçen varoş İslamı’nın Atatürk Havalimanı’nın apronunda kestirdiği deve sayesinde ele-güne rezil olduk. Deve, at ve eşek gibi áşinalarımızdan değildir; Arap kültürünün parçasıdır ve kültürümüzde "deve" kavramına pek rastlanmaz. Dolayısıyla, altı asırlık Osmanlı tarihinde bile, develerle ilgili olarak resmi kayıtlara geçen tek bir olay vardır: 1856’da, zamanın hükümdarı Sultan Abdülmecid tarafından Amerika’ya iki çift deve hediye edilmesi ve Amerikalılar’ın İzmir’den götürdükleri bir deveciye anıtmezar yapıp mezarın üzerine bakırdan bir deve heykeli dikmeleri... İşte, tarihimizdeki bu tek deve hadisesinin kısa öyküsü...

ATATÜRK Havalimanı’nın apronunda deve kesenler sayesinde ele-güne rezil olduk. Bütün dünya, aprondaki kanlı sahneleri şimdi acı tebessümlerle seyrediyor.

Bilmem, farkında mısınız? 12 Eylül’den sonra, Türkiye’nin İslam’ı yorumlamasında önemli değişiklikler yaşandı. Kırsal kesimin İslam anlayışı ile büyük şehirler arasında asırlardan buyana zaten bazı farklar vardı. Şehirler, imparatorluk olmanın getirdiği kültürel etkilerle dine başka çerçeveden bakar, kırsal kesim ise İslam’ı köyün yahut kasabanın bakış zaviyesinden değerlendirir ve öyle yaşardı.

İşte, 1980 sonrasında artan iç göç, şehir kültürünün yerine taşra hayat tarzının ádetlerini nasıl hákim kıldıysa, İslam’ı yorumlama ve dine uygun yaşama biçimlerinde de değişikliklere sebep oldu. Şehirlerin sosyal hayatında taşradan gelme ádetler öne çıktı, yáni köylüleştik ama İslam’a bakış konusunda Araplaştık! Zira, taşra, dine hep kıt’a Arabistanı’ndaki İslámi gelenekler çerçevesinde bakmıştı ve kırsal kesim, şehirlerdeki hákimiyetini dini alanda da gösterdi, Arap hayranlığı yoluna girildi.

Geleneksel başörtümüzün yerini bugün "türban" dediğimiz modelin alması, -bilenler bilir-, ezanın okunuşunda ve Kur’an tilávetindeki farklılaşma, yani müezzin ve háfız gırtlağına nağmesiz Arap tavrının hákim olması ve 1980 sonrasında doğan çocukların bizde daha önceleri várolmayan "Aleyna" yahut "Enes" gibi isimler taşımaları, kıt’a Arabistanı ádetlerini benimseyen köy İslamı’ndaki yükselişin örnekleriydi.

Bu değişimden, nihayet Arap kültürünün ayrılmaz parçası olan develer de nasiplerini aldılar.

TÜRKLER DEVEYE YABANCIDIR

Anadolu’ya asırlar önce getirilen ve hálen çok az sayıda várolan deve, kültürümüzde pek rastlanmayan bir hayvandı. At ve eşek gibi áşinalarımızdan değildi; Dede Korkud hikáyelerinde birkaç cümleyle geçen "buğra" yani deve yavrusu bahisleriyle ve bazı atasözlerinin, deyimlerin ve dini hikáyelerin dışında, folklorumuzda da pek yer almamıştı.

Gerçi, imparatorluk zamanında her sene Mekke’ye gönderilen ve "surre" denilen dini alaylar için saray tarafından beslenen develer hep várolmuşlardı ama bunlar birkaç adetten ibaretti. Osmanlı döneminde padişahların tahta geçiş yıldönümlerinde bir deve kurban edilmesi geleneği de vardı fakat hepsi bu kadardı ve deve Türk kültürünün değil, Arap geleneğinin unsuruydu.

Dolayısıyla, deve bahislerinin pek bulunmadığı altı asırlık Osmanlı tarihinde, develerle ilgili olarak resmi kayıtlara geçen ama az bilinen tek bir olay vardı: 1856’da, zamanın hükümdarı Sultan Abdülmecid tarafından Amerika’ya iki çift deve hediye edilmesi, Amerikalılar’ın da İzmir’den götürdükleri bir deveciye anıtmezar yapıp mezarın üzerine bakırdan bir deve heykeli dikmeleri...

İSTANBUL’A DEVE SEFERİ

İşte, Anadolu’nun "deve tarihi"nde ilk ve tek olan bu hadisenin ayrıntıları:

Birleşik Amerika, Meksika ile giriştiği ve iki sene devam eden savaştan henüz çıkmıştı. Batıdaki topraklara yeni yeni açılmakta, bir taraftan Kızılderililer ile uğraşırken, bir taraftan da California’da yaşanan "altına hücum"u intizama sokmaya çalışmaktaydı.

Bütün bunları yapabilmek için taşımada katırdan daha dayanıklı hayvanlara ihtiyaç vardı. Savaş Bakanı Jefferson Davis, Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde kullanılan develerin bütün bu işler için en uygun hayvan olduğunu düşündü. Amerika’da várolmayan develeri ithal edebilmek için Kongre’den ödenek aldı ve sonraların çok meşhur bir amirali olacak olan o zamanın teğmeni David Dixon Parker’in kumandasındaki "Supply" isimli gemiyi, 1855’in 4 Haziran’ında develeri temin etmesi için Avrupa ve Ortadoğu taraflarına gönderdi. Deve programını yürütecek olan Binbaşı Henry Wayne da gemideydi.

Parker ve Wayne, önce İngiltere’ye uğrayıp Londra’daki hayvanat bahçesindeki develeri incelediler. İngiliz meslekdaşlarından, develerin orduda kullanılmasının faydalı sonuçlar vereceği tavsiyesini alınca bu defa Türkiye’ye dümen kırıp Ekim’de İstanbul’a vardılar.

ÖNCELİK İNGİLİZLER’DE

Osmanlı Devleti ile Avrupalı müttefikleri o günlerde Kırım’da Rusya’ya karşı savaşmakta ve İngiliz birlikleri savaşta Hindistan’dan getirdikleri develeri de kullanmaktaydı. Gemilerini İstanbul’da bırakan Amerikalı subaylar Kırım’a, çarpışmaların devam ettiği Balaklava tarafına gidip savaş alanındaki bu develeri incelediler ve işe yaradıklarını gözleriyle gördükten sonra İstanbul’a döndüler.

Sırada artık develerin temini vardı. İstanbul’daki Amerikan Büyükelçiliği, Türk Dışişleri’ne müracaat etti ve hem deve alımına izin verilmesi, hem de padişahın kendilerine iki çift deve hediye etmesi ricasında bulundu.

Tahtta o yıllarda Sultan Abdülmecid oturmaktaydı. Zamanın sadrazamı Fuad Paşa hükümdarı bir yazıyla konudan haberdar etti ve talebin yerine getirilmesinin "padişáhın şánından olduğunu" söyledi. İsteği kabul eden Abdülmecid, 12 Ekim günü Amerikalılar’a en iyi cinsten iki deve hediye edilmesini buyurdu. Abdülmecid, hediyenin bedelini bizzat kendisi ödeyecekti.

Amerikalılar için mesele halledilmiş gibiydi ama sırada başka bir zorluk vardı: Develeri gemiye bindirebilmek... Bu iş için "deve arabası" dedikleri seyyar bir koridor yaptılar. Hayvanları bu vasıtayla güç-belá gemiye bindirdikten sonra İzmir’e gidip orada başka hayvanlar satın aldılar.

"Supply" isimli gemi, 1856’nın 15 Şubat’ında İzmir’den dönüş yolculuğuna çıktı. Mısır’a ve Tunus’a uğrandı, oralardan da develer alındı ve 34 deveyi taşıyan gemi, 14 Mayıs’ta Teksas’ın İndianola limanına ulaştı.

David Dixon Parker ile Henry Wayne’ın Amerika’ya götürdükleri develerin sayısı zamanla arttı. Hattá, orduda bir "deve birliği" bile kuruldu ama teknolojinin ilerlemesiyle develere artık ihtiyaç kalmadığı görülünce tabur láğvedildi.

Türkiye’den Amerika’ya götürülen develer sayesinde, Arizona’da bir efsane doğdu: "Hi Jolly" efsanesi...

Parker ile Wayne aldıkları emri yerine getirmiş ve develeri temin etmişlerdi ama devecilik hakkında hiçbir bilgileri yoktu ve dolayısıyla beraberlerinde işin uzmanlarını götürmeleri de gerekiyordu. İzmir’de, deve bakıcısı olduklarını söyleyen Osmanlı vatandaşı beş gayrımüslim ile de anlaştılar. "Supply" gemisi yola bu beş kişiyi de alarak çıktı.

Devecilerin Amerika’daki hayatları maceralarla dolu geçti. En renkli hayatı ise, asıl ismi Philip Tedro olan ve Müslümanlığı seçip hacca gittikten sonra "Hacı Ali" adını alan İzmirli bir Rum yaşadı.

DEVELERİNİ ÇÖLE SALDI

California’daki birliklerde uzun seneler devecilik yapan Hacı Ali daha sonra ordudan ayrıldı, Gertrudis Serna adında bir hanımla evlenip iş hayatına atıldı ve sahip olduğu birkaç deveyle taşımacılık yapmaya başladı. Amerika’nın en meşhur devecisi olmuştu ama işleri iyi gitmiyordu, günün birinde develerini Arizona çölüne saldı ve Quartzsite kasabasına yerleşti.

Amerikalılar’ın "Hi Jolly" (teláffuzu: Haycoli) dedikleri Hacı Ali 1902’de öldüğünde artık efsane haline gelmişti. 1935’te Quartzsite’daki mezarına bölgenin taşlarından bir piramit inşa edildi piramidin tepesine de heykeli andıran bakırdan yapılmış irice bir deve figürü kondu.

İzmirli Hacı Ali’nin bugün ziyaret mekánı olan mezarının kitabesinde "Hi Jolly’nin son kampı burasıdır" yazılı.

Görevden alınan Şükrü Bey işine dönebilmek için bu duayı okumak zorunda

ATATÜRK Havalimanı’ndaki deve skandalından sonra, hadisenin sorumlusu olan Uçak Bakım Başkanı Şükrü Can görevden alındı.

Şükrü Bey’in azli ve málum deve meselesi, bana 17. asır Osmanlı tarihçisi İbrahim Peçevi’nin 1604’te İranlılar ile yaptığımız bir savaşı anlatırken, İslam tasavvufunun en önemli isimlerinden kabul edilen ve Sultan Üçüncü Murad’ın da bağlı olduğu Abdülkadir-i Geyláni hakkında yazdığı bir bahsi hatırlattı:

Ebu’l-Maali Abdürrahim adındaki bir şeker tüccarı, deve kervanıyla çölde giderken bir gece develerinden dördünü kaybeder. Abdülkadir’i bizzat tanıyan Ebu’l-Maali Abdürrahim, Şeyh’in "Eğer bir zorlukla karşılaşırsan bana seslen, o zorluk defolur gider" demiş olduğunu hatırlar ve "Yá Şeyh Abdülkadir, develerim gitti yá Şeyh!" diye haykırır. Şafak sökerken Abdülkadir-i Geyláni’yi bir tepenin üzerinde kendisini çağırırken görür, tepeye çıkar, Şeyh kaybolmuştur ama develeri oradadır.

Tarihçi İbrahim Peçevi, daha sonra Abdülkadir-i Geyláni’den nakledilen başka ifadeleri de yazıyor:

"Sıkıntı içerisinde olanlar benden yardım isterlerse, sıkıntıyı onlardan önce keşfederim. Beni hatırladıktan sonra Allah’a yakaranların işleri hallolur. Eğer bir kimse iki rekát namaz kılar ve rekátlardan sonra Hazreti Peygamber’e salávat getirip onu anarak Irak’a doğru on bir adım yürüyerek benim adımı söyler ve isteklerini dile getirirse muradına mutlaka erer"

Bütün bunları Şükrü Bey için sevabına yazıyorum, yapıp yapmamak da artık ona kalıyor.
Yazının Devamını Oku

Aman dikkat: Opera kulisleri bize hiç de hayır getirmemiştir

10 Aralık 2006
İtalyan ve Alman başbakanları, Milano’daki La Scala Operası’nda sahneye konan "Aida"yı beraberce izlerken Türkiye’nin limanlarla ilgili yeni açılım kararını değerlendirdiler. Operadaki bu buluşma, bana bundan 153 sene önce, bir başka memlekette, yine bir operada bizi konu alan bir başka görüşmeyi, Rus Çarı Birinci Nikola ile İngiltere’nin Rusya Büyükelçisi Sir Hamilton Seymour’un 1853’ün 9 Ocak’ındaki konuşmalarını hatırlattı. Çar ile büyükelçi Türkiye’nin paylaşılması konusunu ilk defa o görüşmede ele almışlar ve bugün de kullanılmakta olan "Avrupa’nın hasta adamı" sözü, ilk defa o gün söylenmişti. İtalyan ve Alman liderlerin Milano’daki La Scala Operası’nda bundan iki gün önce yaptıkları görüşmeye bakıp "Opera kulisleri bizim için hiç de hayırlı olmamıştır" demekte haksız mıyım?

DÜNKÜ Hürriyet’in birinci sayfasında, Reha Erus’un "Operada liman diplomasisi" başlıklı ve bana son derece ilginç gelen bir haberi vardı: İtalyan ve Alman başbakanları, İtalya’nın Milano şehrindeki La Scala Operası’nda sahneye konan "Aida"yı beraberce izlemiş ve Türkiye’nin limanlarla ilgili yeni açılım kararını değerlendirmişlerdi. Liderler kararları "samimi" bulduklarını ve gelişmeleri yakından takip edeceklerini söylemişlerdi.

İtalyan ve Alman başbakanların Türkiye açısından şimdilik iyi ve hayırlı gibi görünen bu değerlendirmeleri bana bundan 153 sene önce, bir başka memlekette, yine bir opera oynandığı sırada bizimle ilgili olarak yapılan bir başka diğer ve hakkımızda alınan ama pek de hayırlı olmayan kararları hatırlattı: Rus Çarı Birinci Nikola ile İngiltere’nin Rusya Büyükelçisi Sir Hamilton Seymour’un 1853’ün 9 Ocak’ında, bir Rus prensesin sarayında oynanan operayı izledikleri sırada Türkiye’nin geleceğini ele alıp topraklarımızın paylaşılması konusunu gündeme getirmelerini...

Rus Çarı ile İngiliz Büyükelçisi’nin, Petersburg’daki sarayda oynanan operanın sahne arasında yaptıkları görüşmenin bizim açımızdan unutulmaz bir başka tarafı daha vardı: Bugün de kullanılmakta olan "Avrupa’nın hasta adamı" sözü, ilk defa bu görüşmede sarfedilmişti.

PAYLAŞMA PLANI

İşte, Türkiye’yi konu alan bundan 153 sene önceki ilk "opera görüşmesi"nin öyküsü:

Türkiye, 1850’lerde her bakımdan berbattı. Ekonomi çökmüş, herşey kilitlenmişti ama bu vaziyetine rağmen "Avrupalı olmak" istemekte, Avrupa ise bizi nasıl paylaşacağının hesabını yapmaktaydı.

Rus Çarı Birinci Nikola, 1853’ün 9 Ocak gecesi, Romanof hanedanından bir prensesin sarayında verilen baloya katılmış ve sahnelenen operayı seyretmeye gelmişti. Davetliler arasında yabancı diplomatlar da vardı. Çar, perde arasında İngiliz elçisi Sir Hamilton Seymour ile sohbet ederken, söze "...Kollarımızın arasında hasta bir adam var" diye başladı. "Çok hasta... Size açıkça söylemeliyim ki, onu lázım olan bütün tedbirleri almadan önce günün birinde kaybetmemiz, büyük bir feláket olacaktır."

Sonra "Türkiye ansızın ölebilir. Bu takdirde, herşey üzerimize kalacaktır. Ölüleri diriltemeyiz. Türkiye öldüğü takdirde, bir daha dirilmemek üzere ölecektir" dedi ve Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşması planını anlattı.

İngiliz elçisi Sir George Hamilton Seymour, görüşmenin hemen ertesi günü Londra’ya gönderdiği raporda "hasta adam" sözüne de yer verecek ve bu ifade, diplomasi tarihinin en sık kullanılan kavramlarından biri haline gelecekti. Ama bu söz sadece bir kavram olarak kalmayacak, imparatorluk Türkiyesi’nin kaderini de belirleyecek ve devletin parçalanması için yarım asırdan biraz fazla bir zaman káfi gelecekti.

İşte, o tarihten sonra yaşadığımız dertlerden bazıları:

Türkiye Avrupalı olmaya çalışıyor, Avrupa ise 1839’da ilán edilmiş olan Tanzimat Fermanı’ndaki vaadleri az buluyor, daha fazlasını istiyordu.

MÜTTEFİK KAZIĞI

1854’te Avrupa devletleriyle müttefik olup Rusya’ya harp ilán ettik ve "Kırım Savaşı" başladı. Çar, 1855 Eylül’ünde ateşkes istedi. Artık Avrupalı olacağımızdan emindik ama müttefiklerimiz "önce reform" dediler. İşkencenin yasaklanmasını, cezaevlerinin ıslah edilmesini, halka din hürriyeti verilmesini ve vergi reformu yapılmasını istiyorlardı. 1856’nın 18 Şubat’ında "Islahat Hatt-ı Humayunu"nu yayınlayıp daha da çağdaşlaştık, Avrupa da buna karşılık 1856’nın 30 Mart’ında bizim "Avrupalı" olduğumuzu ilán etti ve "Avrupa Devletleri Konseyi"ne alındık. Ama Avrupalı Türkiye’nin ömrü kısa sürdü. Rusya, daha önceden imzaladığı anlaşmaları tanımayacağını duyurdu; derken "93 Harbi" denilen 1876’daki Türk-Rus savaşı çıktı, "hasta adam" komaya girdi, bunu Balkan ve Birinci Dünya Savaşları takip edince de vefat edip gitti.

Milano’daki La Scala Operası’nda bundan iki gün önce biraraya gelip Türkiye’yi konuşan İtalyan ve Alman liderler, hakkımızda Çar Birinci Nikola gibi temennilerde bulunmadılar ama daha önceleri yine balolu bir operada yapılan Türkiye görüşmesini hatırlatmadan edemedim.

Şimdi ’Limanlarınızı açın’ diyen Avrupa, eskiden birşey söylemez, gelip işgal ederdi

BİRKAÇ günden buyana limanlarımızı Kıbrıs Rum bandıralı gemilere açma kararımıza gelen tepkileri tartışıyoruz.

Limanlarla ilgili gelişmeler, özellikle de Avrupa’nın "Bu limanlar açılmazsa aramıza giremezsiniz haaa!" yolundaki tehditleri, bana liman meseleleriyle ilgili olarak çok daha önceleri yaşadığımız problemleri düşündürdü. Ama geçmişin ve bugünün Avrupası arasında farklar vardı, zira o zamanların Avrupası istediği yapılmayınca limanlarımızı bir güzel işgal ediverirdi.

İşte, 1901 ve 1906 yıllarında, İkinci Abdülhamid’in iktidarı sırasında yaşadığımız liman işgalleri:

5 Kasım 1901: Osmanlı hükümeti, Lorando ve Tubini isimli iki Fransız bankerden 750 bin altın borç almış ama parası olmadığı için, vadesi geçtiği halde borcunu bir türlü ödememişti. İstanbul’a nota üstüne nota gönderen Fransa, vatandaşlarının alacağını tahsil edemeyince o tarihte bizim olan Midilli Adası’na savaş gemilerini gönderdi. Fransız deniz birlikleri adadaki gümrük binasını işgal edip bütün gelirlere el koydular. İşgal, İkinci Abdülhamid’in başka yerlerden borçlanıp Fransa’nın alacağını ödemesiyle sona erdirilebildi.

26 Kasım 1906: Makedonya’da isyan vardı ve Babıáli isyanın sebep olduğu mali kriz yüzünden borçlarını ödeyemez hále gelmişti. Alacaklı olan Avrupa devletleri donanmalarını yollayıp Midilli ve Limni adalarındaki posta ve gümrük dairelerini işgal ettiler. İşgale katılmayan tek ülke, Almanya idi. Avrupa donanması, adalardan Abdülhamid’in Babıáli’nin borçlarıyla ilgili mali reform programını açıklaması üzerine çekildi.

Tarihçilerin kutbu Halil Bey edebiyat tarihine de kutup olacak yepyeni bir eser verdi

ÇOĞUMUZ pek bilmeyiz ama, Türk tarihçiliğinin yaşayan en büyük üstadı olan Prof. Dr. Halil İnalcık, tarihin yanısıra klasik edebiyatımızın da çok büyük üstadıdır.

Halil Bey’in bundan iki sene önce yayınladığı "Şair ve Patron" isimli eseri, edebiyat tarihimizde bir ilkti. Bu çok önemli eserinde edebiyatımızı bugüne kadar ele alınmamış bir açıdan, şairle o şairi destekleyen hükümdarın ve diğer devlet büyüklerinin ilişkileri bakımından inceliyordu ve bu yepyeni bir metod idi. "Şair ve Patron", günümüz Türkiyesi’nde artık bambaşka ve kolay bir yola giren, kural koyan eserler vermek yerine sadece ucuz metin neşrini temel alan edebiyat tarihçileri için ulaşılmaz bir eserdi.

MECLİSLER KİTABI

Tarihin büyük üstadı, geçtiğimiz günlerde edebiyat alanında çok önemli bir başka eser daha verdi: Kültür Bakanlığı’nın yayınladığı "Türk Edebiyatı Tarihi" isimli kitaba yazdığı uzun makalede saraylardaki eski işret meclislerinin, yani hükümdarın huzurunda yapılan içkili, şiirli ve musikili toplantıların klasik edebiyatımıza etkisini gözler önüne serdi. Halil Bey, şimdiye kadar yine üzerinde durulmamış olan bu bahsi incelerken çok önemli bir başka hususa daha temas ediyor ve Germiyan Edebiyatı’nın klasik edebiyatımızın oluşmasındaki etkinin altını itina ile çiziyordu.

Üstad Halil Bey’in teknik bir konu olan işret meclisleri hakkında yazdıklarının ayrıntısına girmiyor ama bu son makalesiyle de klasik edebiyatımıza klasik bir eser kazandırmış olduğunu söylemekle yetiniyorum.

Bundan bir müddet önce, Halil Bey’den bahsettiğim bir başka yazıda onun bir dörtlüğünü nakletmiştim ama her ne olduysa olmuş, dörtlüğün bir kelimesi yazıda çıkmamış, dolayısıyla hem máná, hem de vezin gitmişti.

İşte hem bu vesileyle, hem de tarihçilerin kutbu Prof. Dr. Halil İnalcık’ın şairlikteki gücünü ifade etmesi maksadıyla, dörtlüğü tekrar yazıyorum:

"Dehr-i fániden nice cán nice cánánlar geçer / Bezm-i işretten aceb mestáne yáranlar geçer / Bir nefesdir cánımız yár leblerinde ber-karár / Hey, bu fánus-ı safá bir gün söner cánlar geçer"

Ve, hem tarihin, hem de edebiyatın büyük üstádı Halil Bey için aynı vezinle bir temennim:

"Sönmesin hiç fánusun sen bıkmadan yaz, durma yaz/ Tárihi öğrettin artık nazmı anlat, şi’ri yaz!"
Yazının Devamını Oku

Tek papanın 16. Benedikt olduğunu zannetmeyin, Katolikler’de çok ’papa’ ve ’antipapa’ var

3 Aralık 2006
İstanbul’da günlerdir esen Papa rüzgárları sayesinde, "Papalık" ve "Vatikan" kavramlarını bilmeyenimiz herhalde kalmadı. Ama, Katolik dünyasının tek Papa’sının sadece 16. Benedikt olduğunu zannediyorsanız, yanılıyorsunuz demektir; zira, 16. Benedikt’in yanısıra bugün "papa" ünvanını taşıyan ve farklı Katolik gruplar tarafından lider kabul edilen başka ruhaniler de vardır. Bütün bu papalar, tek bir ortak noktada buluşurlar: Birbirlerinden karşılıklı nefrette... Her papa diğerini "antipapa" ilán etmiştir ve birbirlerinin gözünü oymaya hazır vaziyettedirler. İşte, günümüzdeki "antipapa"lardan bazılarının tuhaf öyküleri.

İSTANBUL’da hafta içerisinde esen Papa rüzgárı nihayet dindi ve 16. Benedikt, Sultanahmet Camii’ndeki unutulmaz görüntülerinden sonra kalbinin yarısını da İstanbul’da bırakıp memleketine döndü.

"Papa" kavramının ne demek olduğunu zaten bilirsiniz. Papa’nın Katolik dünyasının en yüksek ruhani otoritesi olduğu ve sadece tek bir papalık makamının mevcut bulunduğu da bildikleriniz arasındadır.

Ama, "papa" kavramı hakkındaki málumatınız sadece bunlardan ibaretse, yanılıyorsunuz demektir; zira, 16. Benedikt’in yanısıra bugün "papa" ünvanını taşıyan, farklı Katolik gruplar tarafından lider, yani "papa" kabul edilen başka ruhaniler de vardır. Dünyevi iktidarlarını Vatikan’da sürdüren papalar ise bütün bu papalardan sadece biridir; daha doğrusu en güçlüsü, en zengini ve en kalabalık cemaate sahip olanıdır. Dolayısıyla, "Papa" dendiğinde sadece Vatikan’daki zátın hatıra gelmesinin sebebi de, Vatikan’ın sahip olduğu ayrıcalıklardır.

Ve, bütün bu papalar, tek bir ortak noktada buluşurlar: Birbirlerinden karşılıklı nefrette... Her papa diğerini "antipapa" ilán etmiştir ve birbirlerinin gözünü oymaya hazır vaziyettedirler.

İşte, Türkiye’de bir haftadan buyana esen papa rüzgárının verdiği ilhamla, sizlere bu "antipapa" meselesini anlatayım dedim.

Hazreti İsa’nın yeryüzündeki vekili demek olan "Papa" kavramının dünyevi bir iktidar halini almasıyla beraber, bu makamın ve papalık tahtına geçen kişilerin muhalifleri de ortaya çıktı. Papalık iddiasında bulunanların hepsi, birbirlerini "antipapa" olmakla suçladılar.

Vatikan’a göre ilk "antipapa", 235 senesinde ölen ve Papa Birinci Kalliktus’u tanımayı reddeden İppolitus idi. İppolitus’tan önce gerçi Natalius adında bir başka antipapa ortaya çıkmış ama imana gelmişti. Sonraki asırlarda daha pek çok "antipapa", Natalius ile İppolitus’un açtığı yoldan yürüdüler ve Hazreti İsa’nın gerçek vekili olduklarını iddia ettiler. "Antipapa" kavramı, özellikle 11. yüzyıldan itibaren Avrupalı hükümdarların siyasi iktidarlarını güçlendirme vasıtası haline geldi, her imparator, kendi papasını kendisi tayin eder oldu ve her papa diğerini antipapa olmakla suçladı.

Papalık ve antipapalık iddiaları günümüzde de devam ediyor ve Vatikan’ı tanımayı reddeden bazı Katolik gruplar ya kendi papalarını kendileri seçiyorlar, yahut papalık makamının boş olduğuna inanıyorlar.

Yandaki kutuda, asırlardır devam eden bu "papa-antipapa" kavgasının son kahramanlarının isimleri ve maceraları yeralıyor.

15 yaşındaki kıza tecavüz eden son ’antipapa’, beş yıl yedi

PAPA olma merakı günümüzde de devam ediyor ve kendi kiliselerini kuran bazı kişiler çeşitli isimler altında papalık yapıyorlar. "Antipapa" kabul edilen bu kişilerin ortak özelliklerinden biri, "İkinci Peter" adını çok sevmeleri ve çoğunun bu ismi almaları.

Vatikan’daki papalar, Hazreti İsa’nın 12 havarisinin en önemlisi olan ve Katolikliğin kurucusu kabul edilen Aziz Petrus’un hatırasına hürmeten "Petrus" yahut "Peter" adını almamışlardı. Vatikan’ı reddeden antipapalar ise, gerçek birer papa olduklarını ispat edebilmek maksadıyla sık sık bu isme başvuruyorlar.

İşte, son dönemde "papa", yahut "antipapa" ve bir kısmı da "2. Peter" olan Katoliklerden bazıları.

17. GREGOR (İspanya’da): Clemente Dominguez y Gomez adındaki bir İspanyol, 1970’li yıllarda Hazreti İsa ve Hazreti Meryem ile bizzat görüştüğünü iddia ederek, İspanya’nın Palmar de Troya kasabasında bir kilise kurdu ve kendisini papa ilán etti. Bir hayli yandaş toplayan Gomez, 2005’te öldü ve yerini Manuel Alfonso Corral aldı.

2. PETER (İspanya’da): İspanya’nın Seville şehrinde avukatlık yapan Manuel Corral, 1976’da Vietnamlı piskopos Ngo Dinh Thuc tarafından rahip yapıldı ama Papa İkinci John Paul daha sonra piskopos Thuc’u ile Corral’ı kilisenin kurallarının dışına çıktıkları gerekçesiyle aforoz etti. Ortada kalan Corral, "Onyedinci Gregor" ünvanını almış olan Clemente Dominguez y Gomez’in Palmar Kilisesi için yaptığı daveti kabul etti ve Gomez’in 2005’te ölmesinden sonra "İkinci Peter" adıyla papalığını ilán etti. Palmar Kilisesi’nin şimdiki lideri olan Manuel Corral, Vatikan tarafından dikkatle takip edilen bir cemaate sahip bulunuyor.

13. PİUS (Amerika’da): Lucian Pulvermacher adındaki Amerikalı Katolik bir papaz, 1998’de Montana’daki bir otelin balo salonunda bazısı rahip olan 28 kişi tarafından Papa ilán edildi. Kilisesine "Gerçek Katolikler" adını veren Onüçüncü Pius’nun, şu anda dünyanın değişik bölgelerinde 90 kadar müridi var.

2. PETER (Avustralya’da): Aziz Şarbel’in yolundan gittiklerini söyleyen bir grubun lideri olan William Kamm adındaki 1950 doğumlu bir Alman, 1968’de Tanrı’dan, Hazreti Meryem’den ve bazı azizlerden mesajlar aldığı iddiasıyla Vatikan’a başvurdu ama iddiaları reddedilince kendi başına bir kilise kurdu ve müridleri tarafından İkinci Peter adıyla Papa ilán edildi. Rahiplerin evlenmelerine izin veren ve papaların da mistik evlilikler yapabileceklerini söyleyen Kamm, 15 yaşında bir kızla "mistik amaçlı cinsel ilişki" kurduğu ortaya çıkınca 2005 Ekim’inde tutuklandı ve beş yıl hapse mahkûm edildi. William Kamm, papalık vazifesini, şimdi Avustralya’daki bir hapishanede sürdürüyor.

1. MİŞEL (Amerika’da): 1958’de Birleşik Amerika’nın Kansas şehrinde doğan David Allen Bawden, 16 Temmuz 1990’da altı kişilik bir meclis tarafından "Papa" ilán edildi. Birinci Mişel’in, Amerika’da küçük bir cemaati bulunuyor.

2. PETER (Fransa’da): Maurice Archieri adında bir Fransız, Hazreti Meryem tarafından görevlendirildiğini söyleyerek 1995’te papalığını açıkladı ve Vatikan’ın o dönemdeki papası İkinci John Paul’ü de "káfir" ilán etti.

Ayasofya’yı camiye çeviren Fatih’in bazı torunları ’Papalık Prensi’ oldular

TÜRKİYE, haftalar boyunca Papa 16. Benedikt’in Ayasofya’da, yani bir zamanların kilisesi, sonraki asırların camii ve bugünün müzesi olan mekánda dua edip etmeyeceğinin heyecanıyla yaşadı ama korkulan olmadı.

Papa’nın gelişi sebebiyle asırlar sonra bile böylesine heyecan yaratan Ayasofya’yı, cami haline Fatih Sultan Mehmed getirmişti. Fatih’in küçük torunlarından birinin, tarihin garip bir cilvesi neticesinde şimdi "Papalık Prensi" ünvanını taşıdığını ise çok az kişi bilir.

Şimdi Malta’da yaşayan bu papalık prensinin adı, George Alexander Said-Zammit. Fatih Sultan Mehmed’in oğlu Cem Sultan’ın yani 13 senelik ıstırab dolu gurbeti romanlara ve filmlere kadar konu olan bahtsız şehzadenin soyundan geliyor.

İşte, tarihin bu garip ve hüzün dolu cilvesinin kısa öyküsü:

Fatih’in álim ve şair oğlu Şehzade Cem, İstanbul tahtına geçen ağabeyi Sultan Bayezid’le giriştiği savaşları kaybetmesinden sonra 13 sene sürecek olan bir gurbete çıktı ve hayatını 1495 Şubat’ında Napoli’de noktaladı.

Cem’in üç oğluyla iki kızı vardı. Oğullarından Şehzade Abdullah ve kızlarından Ayşe Sultan, küçük yaşta öldüler. Büyük oğlu Oğuz Han babası sürgündeyken İstanbul’daydı ve 1483 Şubat’ında daha dokuz yaşındayken "nizám-ı álem için", yani devletin başına bir iş açmaması maksadıyla amcası Bayezid tarafından boğduruldu. Mısır’da yaşayan diğer kızı Gevher Melike ise İstanbul’a getirildi ve 1505’te burada öldü.

Fatih’in bahtsız oğlunun hayatta tek bir oğlu kalmıştı: Şehzade Murad... Babasının sürgünü sırasında Rodos’a yerleşti ve Maria Concetta Doria adında bir İtalyan kadınla evlendi. Daha sonra başka bir iş etti, Müslümanlığı bırakıp Hristiyan oldu, vaftiz edildi, "Pierre" adını aldı ve Papa 6. Alexander tarafından "Prens" yapıldı.

Şehzade Murad, Napoli Kralı’ndan bir asalet ünvanı ile Roma Senatosu’ndan da "vatandaşlık" aldı ve Rodos’ta çoluk-çocuğa karıştı. Kanuni Süleyman’ın adayı fethetmesine kadar Rodos’ta "Prens" olarak yaşadı ama adanın 1522 kışında Türkler’in eline geçmesinden hemen sonra, 27 Aralık günü boğduruldu. Şehzadenin Cem adını verdiği çocuğu, yani Cem Sultan’ın torunu ise, Kanuni’nin Rodos’u almasından önce Malta’ya geçmişti; orada evlenecek ve hayata 1536’da Malta’da veda edecekti.

Fatih’in oğlu Cem Sultan’ın çocukları, aile ismi olarak "Saytus"u seçtiler. "Saytus", zamanla "Sait", "Sayd" ve nihayet "Said" oldu.

Cem Sultan’ın, dolayısıyla da Fatih’in soyundan gelen George Said-Zammit, işte bu Prens Pierre’in, yani Şehzade Murad’ın oğlu Cem’in küçük torunu oluyor. Vatikan ve Venedik arşivlerindeki belgeler de, Said-Zammit’in elindeki soyağacını doğruluyor.
Yazının Devamını Oku

Osmanlı İmparatorluğu’nun son devlet mührü mezatta satılıyor

26 Kasım 2006
İstanbul’da, önümüzdeki 17 Aralık günü tarihimiz bakımından son derece önemli bir obje, 140 milyar lira (140 bin YTL) başlangıç fiyatıyla açık arttırmaya çıkacak: Sultan Vahideddin’in, dolayısıyla da Osmanlı İmparatorluğu’nun son "mühr-i hümáyun"u, yani devlet mührü. Sultan Vahideddin’den hoşlanırsınız veya hoşlanmazsınız, bu, işin başka tarafıdır. Ama, satılacak olan mührün tarihi önemi, Sultan Abdülhamid’e ait olan ve Paris’te bundan sekiz sene önce mezata konduğu zaman Türkiye’nin gündemini haftalarca meşgul eden diğer mühürlerden çok daha fazladır. Zira, şimdi Çankaya Köşkü’nde bulunan "cumhurbaşkanlığı mührü" Türkiye Cumhuriyeti için ne ise, mezata çıkacak olan mühür de, Osmanlı İmparatorluğu için odur. Kurduğumuz bir önceki devletin son ve en önemli sembolüdür ve yeri de, Topkapı Sarayı’ndaki diğer mühr-i hümáyunların yanıdır. Şimdi, bu mührün saraya gitmesini sağlayacak gönlü zengin bir Türk aranıyor.

İSTANBUL’da önümüzdeki 17 Aralık günü yapılacak olan bir mezatta, Osmanlı tarihi bakımından son derece /images/100/0x0/55ea2c0ef018fbb8f86f8536önemli bir obje satışa çıkıyor: Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı Sultan Vahideddin’e ait olan "mühr-i hümáyun", yani son devlet mührü.

"Mühr-i hümáyun"un ne demek olduğunu bilmeyenler için kısaca anlatayım: Üzerinde padişahın tuğrasının hakkedilmiş olduğu som altından bir mühürdür, buna "saltanat mührü" yahut "mühr-i şerif" yani "şerefli mühür" de denir.

Müslüman hükümdarların, Abbasi Halifeleri’nden itibaren tahta çıkmalarından hemen sonra yaptıkları ilk iş, isimlerinin yahut kendileriyle ilgili bir alámetin bulunduğu birkaç adet mühür kazdırmaktı ve Osmanlı hükümdarları da bu geleneğe uydular.

Padişahlar kazdırdıkları mühürlerden birini kendilerinde tutar, diğerini o zamanın başbakanı olan sadrazama verirlerdi. Sadrazam, padişahın "mutlak vekili" idi ve bir devlet adamının bu göreve getirilmesinin öncelikli protokol şartı, hükümdarın mührünün o kişiye teslim edilmesiydi. Mührü alan sadrazam bunu /images/100/0x0/55ea2c0ef018fbb8f86f8538kese içerisine koyar, saygı gereği vücudunun mutlaka üst kısmında muhafaza eder, yanından hiçbir şekilde ayırmazdı. Hattá, Tanzimat döneminin meşhur devlet adamı Sadrazam Áli Paşa’nın hamama bile mühr-i hümáyun ile girdiği söylenirdi.

TAYİNDE VE AZİLDE

Mührün geri alınması, sadrazamın azledilmesi demekti. Saraydan gelen görevlilerden birinin mührün iadesini istemesi, padişahın sadrazamı azlettiği anlamına gelir ve alınan mühür sadaret makamına getirilen yeni devlet adamına verilirdi.

İşte, Osmanlı İmparatorluğu’nun son mührü, yani son padişah Sultan Vahideddin’in kendisinde bulunan mühr-i hümáyun, önümüzdeki 17 Aralık günü Portakal Sanat ve Kültür Evi’nde yapılacak olan mezatta 140 milyar lira başlangıç fiyatla açık arttırmaya çıkartılacak.
/images/100/0x0/55ea2c0ef018fbb8f86f853a
Şimdi bu mührün hikáyesini, yani mezata konmasına kadar uzanan macerasını anlatayım:

1918’in 4 Temmuz günü Osmanlı tahtına çıkan Sultan Vahideddin de kendisinden önceki hükümdarların yaptığını yaptı ve ilk iş olarak üzerinde tuğrasının bulunduğu iki adet mühr-i hümáyun kazıttı. Mühürlerden birini gelenekler uyarınca tayin ettiği sadrazamlarına veren padişah, diğer mührü kendisinde tuttu.

SADRAZAMI DÜNÜRÜYDÜ

Sultan Vahideddin’
in son sadrazamı, aynı zamanda dünürü olan Tevfik Paşa idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun da son sadrazamı olan Tevfik Paşa, padişahın 17 Kasım 1922 sabahı Türkiye’den ayrılması üzerine mührü iade edecek bir makam bulamaması üzerine saltanat mührünü 1936’daki vefatına kadar bizzat muhafaza etti. Mühr-i hümáyunu hayatının son günlerinde "Ben, mührü geri verecek padişah bulamadım. Bu, devletin şerefidir, dikkat et, antikacılara falan gitmesin" diyerek padişahın büyük kızı Ulviye Sultan’ın eşi olan oğlu İsmail Hakkı Okday’a verdi. Mühür, Okday’ın 1977’deki vefatından sonra kızı ve dolayısıyla Sultan Vahideddin’in de büyük torunu olan Hümeyra Hanımsultan’a (Özbaş), onun da 2000 yılında vefat etmesi üzerine çocukları Halim ve Hanzade Özbaş’a intikal etti. Bu mühr-i hümáyun, şimdi İzmir’de yaşayan Özbaş kardeşler tarafından muhafaza ediliyor.

MÜHÜR, KIZINA KALDI

Padişahın kendisinde bulunan ikinci mühür ise, Sultan Vahideddin’in 1926’nın 16 Mayıs’ında İtalya’nın San Remo kasabasında hayata veda etmesi üzerine küçük kızı Sabiha Sultan’a, Sabiha Sultan’ın 1971’deki vefatından sonra da onun büyük kızı Neslişah Sultan’a (Osmanoğlu) geçti. Bir ara Hanzade Sultan’da, yani Neslişah Sultan’ın kızkardeşinde kalan mühür, Hanzade Sultan’ın da hayata 1998’de veda etmesi üzerine Sultan Vahideddin’in torun çocuklarına intikal etti ve ailenin ifadesiyle "saltanat mührünün kıymetini bilmeyen bir torun" tarafından geçtiğimiz senelerde elden satıldı. Mührü, 17 Aralık’ta yapılacak olan mezata bu yeni sahibi koydu.

Belki hatırlarsınız: Sultan İkinci Abdülhamid’in bundan sekiz sene önce Paris’te mezata çıkan özel mühürleri Türkiye’nin gündemini haftalarca meşgul etmişti. Abdülhamid’in Hotel Drouot’da satılan mühürlerini Nezih ve Zeynel Ábidin Erdem kardeşler satın almışlar ve daha sonra törenle Topkapı Sarayı’na hediye etmişlerdi.

SARAYA GİTMESİ LÁZIM

17 Aralık’ta Portakal Sanat ve Kültür Evi’nde açık arttırmaya çıkacak mühr-i hümáyunun hikáyesi işte böyle... /images/100/0x0/55ea2c0ef018fbb8f86f853cSultan Vahideddin’den hoşlanırsınız veya hoşlanmazsınız, bu, işin başka tarafı. Ama, satılacak olan mührün taşıdığı tarihi önem, Paris’te mezata konan diğer mühürlerden çok daha fazla.

Zira, üzerinde Vahideddin’in tuğrasının bulunduğu som altından yapılmış olan bu obje, Osmanlı İmparatorluğu’nun son mührüdür. Bugün Çankaya Köşkü’nde bulunan "cumhurbaşkanlığı mührü" Türkiye Cumhuriyeti için ne ise, mezata çıkacak olan mühür de, Osmanlı İmparatorluğu için odur. Kurduğumuz bir önceki devletin son ve en önemli sembolüdür ve yeri de, bence, Topkapı Sarayı’nda bulunan, en eskisi Fatih Sultan Mehmed’in oğlu İkinci Bayezid’e ait olan diğer mühr-i hümáyunların yanıdır.

Şimdi, bu mührün saraya gitmesini sağlayacak gönlü zengin bir Türk aranıyor.

Neslişah Sultan, büyükbabası Sultan Vahideddin’in diğer mührünü saraya bağışlamıştı

TOPKAPI Sarayı’na 1998’in 18 Kasım’ında sessiz sadasız ama önemli bir bağış yapılmış, Osmanlılar’ın son hükümdarı Sultan Vahideddin’in torunu Neslişah Sultan (Osmanoğlu), büyükbabasının üzerinde "Mehmed Vahideddin" yazılı olan som altından şehzadelik mührünü saraya hediye etmişti.

Neslişah Sultan, büyükbabasının mührüyle beraber, hükümdarın tek oğlu olan ve hayata genç yaşta veda eden Şehzade Mehmed Ertuğrul Efendi’nin altın mührünü de saraya bağışlamıştı.

Mühürlerin, sahiplerinin Türkiye’den ayrılışlarının üzerinden 70 küsur sene geçmesinden sonra atalarının sarayına dönüşüne ilgililer dışında şahit olan tek kişi bendim. Sultan Vahideddin’in mührünün saraya tesliminden önce geleneklere uyulmuş ve artık kullanılmaması için üzeri çizilip iptal edilmiş, daha sonra ateşte eritilen balmumuna basılmış ve çizik olduğu açık şekilde görülmüştü. Böylelikle, çok sonraları bile yaşanması muhtemel olan bir belge sahtekárlığının da önüne geçilmişti.

Neslişah Sultan’ın bağışını sarayın o zamanki müdiresi Dr. Filiz Çağman ile Kültür Bakanlığı’nın yine o zamanki müsteşarı Prof. Dr. Tekin Aybaş teslim almışlardı. Hükümdarın torunu, ailesinin 70 küsur sene boyunca muhafaza ettiği hatıranın atalarının sarayına dönmesinden bir hayli memnundu ve "Mührün yerini bulduğunu" söylemiş, "Millete intikali gerekiyordu, bu intikal aradan çok uzun bir zaman geçtikten sonra yapıldı. Darısı diğerlerinin başına" demişti.

Sultan Vahideddin’in mühr-i hümáyununun mezata çıkış haberini verirken, sekiz sene önceki bu hatırayı da nakletmek istedim.
Yazının Devamını Oku

Zemzem Kulesi bizim Ecyad Kalemizdir, oradan daire alanlar güle güle otursunlar

19 Kasım 2006
Sabah Gazetesi’nin dünkü manşetinde Mekke’de, Kábe’nin hemen yanıbaşında inşa edilen "Zemzem Kulesi" isimli ultralüks gökdelende 700 Türk’ün devremülk sistemiyle daire satın aldıkları yazılıydı ama çok önemli bir ayrıntı farkedilmemişti:

Gökdelenin dikildiği alanın, 3 Ocak 2002’de Suudiler tarafından buldozerlerle yıkılan ve Türkiye ile Suudi Arabistan arasında bir diplomatik kriz yaratan bizim Ecyad Kalemiz olduğu... Zemzem Kulesi’nde daire alan Türkler orada güle güle otursunlar ve Kábe-i Muazzama’yı da pencerelerinden doya doya seyretsinler. Hattá, o gökdelenin yerinde bir zamanlar várolan kalede, yani Kábe’yi korumak maksadıyla inşa ettiğimiz Ecyad Kalesi’nde, Bedeviler tarafından asırlar boyunca katledilen binlerce Mehmetçiğin hálá varolan sadásını bile işitebilirler, kimbilir?

SABAH Gazetesi’nin dün "Zemzem Kule kapış kapış" başlığıyla manşetten verdiği haberde Kábe’nin hemen karşısına inşa edilen ve "Zemzem" adı verilen ultralüks gökdelende devremülk sistemiyle 700 Türk’ün daire sahibi olduğu yazılıydı.

Haberde, inşaatı tamamlanan Zemzem Kulesi’ndeki devremülklerin Türkiye’deki pazarlamasını "Turco Tour" isimli şirketin üstlendiği söyleniyor ve kulede daire sahibi olan bazı Türkler’in isimleri de veriliyordu ama önemli bir eksik vardı: Zemzem Kulesi’nin yerinde vaktiyle neyin bulunduğu...

İşte, haberdeki bu çok önemli eksiği, bugün ben tamamlayayım dedim:

Yazının Devamını Oku

Bülent Ecevit, Libyalı kuzenine bile Ayasofya’da namaz izni vermemişti

12 Kasım 2006
Bülent Ecevit ile aile tarihini konu alan geniş kapsamlı son röportajlardan birini, geçen senenin Temmuz ayında ben yapmıştım. Anne tarafından Libya ile akrabalık bağları bulunan Ecevit bu görüşmemizde Libya’da 1969’daki ihtilálin káğıt üzerindeki lideri Albay Sadeddin Buşveyr ile kuzen olduklarını, ihtilálin gerçek lideri Albay Muammer el Kaddafi’nin Buşveyr’i daha sonra Türkiye’ye büyükelçi olarak gönderdiğini söylemiş ve daha önceleri Kaddafi’ye atfedilerek yanlış şekilde aktarılan bir hadisenin de doğrusunu anlatmıştı. Sadeddin Buşveyr, Ayasofya’da bir defa olsun namaz kılabilmek için, 1970’lerin sonunda Bülent Ecevit’ten ricada bulunmuş ama Ecevit kuzenine bile namaz izni vermemişti.

BÜLENT Ecevit’i, hatalarıyla ve sevaplarıyla diğer áleme uğurladık.

Rahmetli Ecevit ile aile tarihini konu alan geniş kapsamlı son röportajlardan birini ben yapmıştım. Ankara’daki evinde geçen senenin Temmuz’unda ziyaret ettiğim Ecevit, bana hem anne hem baba tarafından aile bağlantılarını anlatmıştı. Bülent Ecevit sonraki günlerde çok tartışılan "Osmanlı, şeriat devleti değildi; laikliğe yakındı" görüşünü de bu röportaj sırasında bana ifade etmişti.

Ecevit’in, verdiği enteresan bilgiler arasında, kendisiyle akraba olan Libyalı bir diplomatın Ayasofya’da namaz kılabilmek için, 1970’lerin sonunda yaptığı rica ile ilgili ayrıntılar da vardı. Talep, Libya Kralı İdris El Sunusi’nin devrildiği 1969 ihtilálinin káğıt üzerindeki lideri Albay Sadeddin Buşveyr’den gelmişti. Bülent Ecevit’in annesi ressam Nazlı Ecevit’in Libya ile akrabalığı vardı, Nazlı Hanım’ın annesi Adviye Hanım, bir ara Sultan Abdülhamid’in yaverliğini yapan ve aslen Libyalı olan Ali Kırat Paşa’nın kızıydı. Dolayısıyla, Paşa’nın soyundan gelen Sadeddin Buşveyr ile Ecevit kuzen oluyorlardı, ihtilálin gerçek lideri Albay Muammer el Kaddafi, Ecevit’in 1974’teki başbakanlığından sonra Buşveyr’i Türkiye’ye büyükelçi olarak göndermişti.

Ayasofya’da ibadet etme talebinin sahibi bu kuzen idi ama Ecevit kuzenine namaz izni vermeyecekti.

KADDAFİ’NİN ELÇİSİ

Bülent Ecevit,
geçen seneki görüşmemizde daha önceleri Muammer el Kaddafi’ye atfedilerek yanlış şekilde aktarılan bu namaz talebinin doğrusunu ayrıntılarıyla anlatmıştı. İşte, hadisenin Ecevit’in ağzından doğru şekli:

"Benim, Libya ile bir akrabalık ilişim vardır. ...Abdülhamid döneminde, Abdülhamid’in başyaveri konumundaki kişi bizim akrabamızdı: Libyalı Ali Kırat Paşa. O şekilde, Libya ile bir ilişkimiz oluyor.

...Bir akrabamız da, Albay Sadeddin Abuşvereb’di (Ecevit, Sadeddin Buşveyr’in ismini böyle teláffuz ediyor). ...Kaddafi, ben başbakan olduğumda onu hemen Ankara’ya büyükelçi olarak gönderdi. Bölge ile ilişkilere zaten büyük önem veriyordum. Libya ile sıcak bir ilişkimiz oldu. Sosyal yapısı falan da çok farklıydı. Meselá akrabalarım vardı orada, onları ziyarete gittiğimde çok şaşırdım. Sanki İstanbullu, laik yapılı genç hanımlardı. Türk Pop Müziği falan çalıyorlardı. Bize çok yakın durumdaydılar.

Sadeddin Abuşvereb, bizde bu şekilde büyükelçilik yaptı. Sonra bildiğim kadar, burada bir de ev yaptırdı ama ona erişemedim, çünki araya 12 Eylül dönemi girdi. Ben, başbakanlıktan ayrılmadan iki yıl önce, Abuşvereb bana bir mesaj gönderdi. ’Bir günlüğüne Ayasofya’yı açın, ben gelip namaz kılacağım’ dedi. Ben tabii ’Olmaz’ dedim, ondan sonra bir daha görüşemedik. Böyle ilginç bir macera..."

Artık tarihe málolan Bülent Ecevit ile ilgili bu aile hikáyesini, cenazesinin hemen ertesi günü kendi ağzından nakletmek istedim.

Ecevit’e vefayı eleştirenler, Fransızlar’ın Napolyon hakkında yazdıklarını hatırlasınlar

BÜLENT Ecevit’
in vefatından sonra hakkında söylenen övücü sözlerin bazı yazarlar tarafından "Ecevit’i şimdi göklere çıkartanlar, bir zamanlar onun için demediklerini bırakmamışlardı" diye eleştirilmesi, bana Paris gazetelerinde Napolyon Bonapart ile ilgili olarak 1815’te çıkan ve dünya basın tarihinde son derece enteresan bir yeri olan bazı haberleri hatırlattı.

Napolyon, Avrupalı müttefik ordular karşısında yenilmesi üzerine 6 Nisan 1814’te tahtından feragat etmiş ve İtalya sahillerindeki Elbe Adası’na sürgüne yollanmıştı. 1815’in 26 Şubat’ında adadan kaçtı, Fransa’ya döndü, yeniden bir savaş başlattı ama iktidarı sadece 100 gün devam edebildi. Aslen Korsikalı olan Napolyon, Waterloo’da 18 Haziran’da uğradığı yenilgiden sonra bu defa Güney Atlantik’teki Saint Helena Adası’na sürülecek ve hayata altı sene sonra burada veda edecekti.

İşte, Fransız gazetelerinin Napolyon’un Elbe Adası’ndan kaçıp Paris’e gelişi sırasında attıkları manşetler:

28 ŞUBAT 1815: "Korsikalı canavar, Elbe Adası’nda kapatıldığı ininden kaçarak Antibes’de karaya çıktı"

4 MART 1815: "Napolyon, topraklarımızı çiğneyerek ilerliyor"

9 MART 1815: "General Bonapart, Grenoble’a ulaştı"

19 MART 1815: "Paris halkı, sadık bendesi oldukları imparator hazretlerini hasret içerisinde bekliyorlar"

Müziğimizin efsane ismi Tanburi Cemil Bey’in kemençesi mezata çıkıyor

İSTANBUL’
da bugün yapılacak olan bir antika müzayedesinde, müzik tarihimiz bakımından son derece önemli bir obje arttırmaya çıkıyor: Türk Müziği’nin efsane ismi olan ve hayata 1916’da veda eden Tanburi Cemil Bey’in bir dönem kullandığı "Baron" işi klasik kemençe...

Asıl ismi bilinmeyen ve "Baron" yahut "Baronak" diye bilinen usta, bir Ermeni saz yapımcısıydı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, Sultan Abdüláziz zamanında sarayın saz yapımcısı oldu ve özellikle klasik kemençe imálinde bir numara kabul edildi.

Sırtı fildişi, sap kısmı da "bağa" denilen kaplumbağa kabuğu ile kaplı ve birçok yeri son derece şık işlemelerle dolu olan Baron yapımı kemençe, bundan 15 sene kadar önce, yine müzayede ile satılmıştı.

Antik AŞ tarafından bugün Swissotel’de 20 bin YTL başlangıç fiyatıyla açık arttırmaya konacak olan "Baron", büyük ihtimalle özel bir kolleksiyona gidecek. Kemençenin fotoğrafını, müzik meraklılarımızın son defa görebilmeleri için bu sayfada yayınlıyorum.

Yazdıklarımı iyice okuyun ve hálá bir sözünüz varsa okuduktan sonra söyleyin!

BU
sayfada, geçen hafta "Bu kadarına da da şükür! Kazaklar eskiden İstanbul’a bile saldırırlardı" başlıklı bir yazım vardı.

Yazıda, Türk işçilerinin Kazakistan’da uğradıkları saldırılardan hareketle, Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan ve Türkçe’de yine "Kazak" denilen diğer grupların bundan üç asır önce başımıza açtığı dertlerden bahsediyordum. O yıllarda sadece yağmacılıkla geçinen bu gruplar, Karadeniz sahillerinin altını üstüne getirmiş, hattá 1624 yılının 20 Temmuz’unda İstanbul’a kadar gelip o devirde ufak bir yerleşim merkezi olan Yeniköy’ü bile yağmalayıp ateşe vermişlerdi.

Hafta içerisinde, bu yazımla ilgili olarak bir gruptan çok sayıda e-mail aldım. Bazı üniversite hocaları ile Türkiye’de yaşayan Kazakistan vatandaşları, beni "Türk-Kazak kardeşliğine karşı kışkırtıcılıkla" suçluyorlardı. Ben, güya, Kazakistan halkı ile Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan ve "Kozak" da denilen Hristiyan Kazaklar arasında farkı bilmiyordum, yahut bu yazıyı Türkiye ile Kazakistan’ın arasını açmak maksadıyla kaleme almıştım.

Geçen haftaki yazımın girişinde şöyle bir paragraf vardı:

"...Kazak kavramı o asırlarda sadece Orta Asya ülkelerinden olan Kazakistan’ın sákinleri için kullanılmaz, Karadeniz’in doğusunda ve kuzeyinde, Moldavya’dan başlayıp Hazar Denizi’ne kadar uzanan bölgelerdeki ásilere de ’Kazak’ denirdi. Buralardaki Kazaklar’ın çoğu Müslüman idi ama bölgenin batı kesimindekiler Hristiyandı ve günlük hayatları yağma ile geçen her iki grubun gelir kaynağı, saldırılardan elde ettikleri ganimetlerdi..."

Daha açık bir ifade ile "Bu yazıda bahsedeceğim Kazaklar başka, Kazakistan halkı başkadır, benzerlik sadece isimlerindedir" diyordum. Ama, gazete okumayı sadece başlıklara bakmaktan ibaret zanneden zihniyete bunu anlatabilmek ne mümkün?

Şimdi, bir haftadan buyana bana durmadan e-mail gönderip mesajlarında terbiye kurallarını da ihlál edenlere sesleniyorum: Bir yazı hakkında ahkám kesmeden önce o yazıyı tam olarak okuyun, şayet anlamadı iseniz, anlayana kadar defalarca okuyun ve söyleyecek bir sözünüz varsa ondan sonra söyleyin. Zira okuduğunu idrakten áciz kaldıkları halde etrafa hakaretler yağdırmaktan çekinmeyenlerin sarfettikleri bu sözler "nakş-ı ber áb"dan, yani "suya yazılmış yazıdan" ibarettir.
Yazının Devamını Oku