Mülkiyeli savcı

Mümtaz SOYSAL
Haberin Devamı

Zaman ve mekân koşullarının gerektirdiği zorunluluklar bazen hiç beklenmedik, ama son derece anlamlı çağrışımlara yol açabilir.

Bugün toprağa verilecek olan Profesör Bahri Savcı için düzenlenen veda töreninin zorunluluklardan ötürü Yıldız'daki eski Mekteb-i Mülkiye binasına alınması da ister istemez, hem onun kişiliğiyle hem de ülkenin gidişiyle ilgili bazı düşünceleri akla getiriyor.

Öğrencileri Savcı'nın hep ‘‘halife-sultan’’la başlayan anayasa derslerini kolay kolay unutamaz.

Birkaç cümleyle, hatta birkaç dersle bitmeyen uzun girişler.

Bugün olsa, dünyanın ve dünyayla birlikte Türkiye'nin tarihini utanmaksızın neredeyse ‘‘küreselleşme’’den başlatacak olanlara belki daha da uzun gelirdi. Çünkü, tarih unutkanlığının ve ideolojisizlik ideolojisinin kol gezdiği bir ülkede, artık eski başlangıçlardan söz etmek çok kişiye anlamsız gözüküyor.

Anlamsız gözüktüğü için de, Türkiye bir miyopluktan öbürüne sürüklenmekte.

Oysa, ‘‘halife-sultan’’dan başlayıp bugüne kadar uzanan bir çizgiyi doğru çizebilmek öyle bakış açıları kazandırır ki insana, o açılardan bakarak bugünkü sorunlara ve tartışmalara doğru teşhis koymak müthiş kolaylaşır: Dinci akımlar üç çeyrek yüzyıllık bir cumhuriyette bile niçin canlı kalmış, daha doğrusu niçin yeniden canlanmıştır? Kimilerinin dertlere derman diye önerdikleri başkanlık sistemi özleminin kaynağı nerededir? Cumhuriyetçi devrimin neresi eksik kalmıştır da Türkiye tökezliyor?

Bütün bunlar, Söğüt Kasabası'nda başlayıp Memluk sultanlarından geçerek Yıldız'da son bulan bir Osmanlı çizgisini iyi bilmekle ve 19 Mayıs Samsun'undan bugünün Ankara'sına gelen bir devrim çizgisinin bitmemiş kavgasını derinliğine düşünmekle yanıtlanabilecek sorular.

‘‘Soğuk Savaş sona erdi; evrensel çizgi belli oldu’’ diye işe başlayıp insanlığın daha önceki macerasına gözlerinizi kapadınız mı, varacağınız yer, bugün Türkiye'yi yöneten felsefenin kör perişanlığından başkası olamaz.

Profesör Savcı hocaydı; idarecilik, maliyecilik, diplomatlık yapmadı.

Ama, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden yetişen bütün bürokratlarla hoca-öğrenci ilişkisi içinde oluşturulup paylaşılan ve başkalarınca ‘‘Mülkiye ruhu’’ diye dudak bükülen bir düşünce tarzı, bir yönetim anlayışı var ki, onun aslında ne demek olduğunu Savcı'nın kişiliğinde anlatmak kolaydır.

Devleti bir tarih çizgisine dayandırmak ve onunla toplumun değişimi arasında bağlantı kurmak elbette insanlarda bir ‘‘devlet duygusu’’, bir ‘‘devlete sahip çıkma bilinci’’ yaratacaktır. Bu, genellikle sanılanın aksine, devlet zorbalığından ve keyfiliğinden yana olmak değildir.

Ama buna karşılık, öyle bir zorbalıktan ve keyfilikten yana olmayışın tek seçeneği, yine çoğunlukla yapıldığı gibi toplum ve vatan sevgisinden yoksun bir bireyciliğe sıçrayış da olamaz. Bireyin insanlığını gözetmekle onun devletini kollamanın akıllara ve duygulara ters gelmeyen yolları ve çözümleri olmalı. Mülkiyelilik belki, bu yolların aranması ve bu çözümlerin savunulması olarak da tanımlanabilir.

Kimse, bugün gömdüğümüz Savcı kadar ‘‘insan hakları’’ndan yana olmasın. Ama, bu nitelik onun ‘‘doğru dürüst devlet’’ten yana olmasını engellemiş midir?

Devlet, ‘‘doğru dürüst devlet olmadığı’’ zamanlarda ona haksızlık etmiş olsa bile.

Yazarın Tüm Yazıları