Paylaş
Zıtların çekimine sadece kadın-erkek ilişkilerinde değil, dostluklarda da tanık oluyoruz. Dönemlerinin en büyük iki ressamı Matisse ve Picasso bunun en iyi örneği.
Matisse’in tabiriyle biri Kuzey Kutbu’ysa diğeri Güney Kutbu. Kişilikleri de, resimleri de taban tabana zıt.
Ylişkilerinin dinamosu hem birbirlerine duydukları merak hem de mesleki kıskançlık.
Birbirlerine olan saygılarının temelinde de bu kıskançlık yatıyor belki. Picasso, kendine rakip olarak gördüğü isimler sorulduğunda “Tamamını gözden geçirdiğimde geriye bir tek Matisse kalıyor” diyor.
Matisse ise bu yoruma “Yalnızca bir kişi beni eleştirme hakkına sahip. O da Picasso” diye cevap veriyor.
1900’lerin başında her cumartesi Paris’teki Rue de Fleurus’da sanatçılar ve sanatseverlerin toplandığı “Stein’ların akşamları” gerçekleşiyor.
Yki ressam bu toplantılarda karşılaşıyor. Matisse medeni ve konudan konuya zıplayan bir yaklaşım izlerken, Picasso daha sessiz ve içten içe yanıp tutuşarak konularını ve temalarını ele alıyor.
Düzenli olarak birbirlerinin stüdyolarını ziyaret etmeye başlıyorlar. Matisse bu dönemi sonradan “entelektüel cömertlik zamanı” diye tanımlarken “Münakaşalarımız arkadaşçaydı” diyor.
Matisse aristokrat bir ailede yetişmiş, hukuk eğitimi almış varlıklı bir ressam. Picasso ise halk adamı. Matisse, Viktoryen dönem sofralarının şaşaasını tablolarına taşıyor. Arka planda müthiş desenler, masalarda çaydanlıklar, meyveler, meyvelerin içinden fışkıran çiçekler, dallar, karaflar, gümüş takımlar, aynalar... Bütün derdi ziyafet sofralarını ve o kültürü yansıtmak. Picasso ise aile ve halk sofralarını tasvir ediyor.
Matisse ne kadar salonun önüne, sofranın kendisine, ziyafete ayarlıysa, Picasso o kadar malzemenin kendisiyle, mutfakla, mutfaktaki yaşamla meşgul. “Önemli olan objenin kendisi, onu resmetmek” diyor. Picasso sofraları çok sade, tek bir çatal bıçak, basit örtüler, arka planda desen yok, şaşaa yok, yükseltiler yok.
Matisse’de hiçbir zaman bir casserole pişirme aletinin resmedildiğini görmüyorsunuz.
Bunun tersine Picasso bir casserole, sürahi ve mumu birlikte resmedebiliyor, her şeyi birbiriyle buluşturabiliyor.
Picasso’da sınırsızlık, Matisse’de renk var.
Matisse, Picasso’nun sınır tanımazlığını, Picasso ise Matisse’in renkleri kullanma becerisini kıskanıyor.
Yani ne kadar iyi olursa olsun, olduğu haliyle ne kadar alkış alırsa alsın, insan hep kendinde olmayanı istiyor.
Sanat tarihinin dahileri için bile bu böyle...
Gümüş kaşığın sırrı
İngilizler’in iki bilindik sözü vardır. Türkçe’ye çevirip de kullanırız. Bu iki sözün kaynağı sofra adabında yatıyor.
- “Tuzun önünde oturmak” (Sitting above the salt): Orta Çağ’da sofranın soylulukla ilişkisi kurulmaya başlanıyor. Sofranın belli bir yerine oturmak unvan gerektiriyor. Orta Çağ baharatın kıymetli olduğu bir dönem. Özellikle karabiber, tarçın ve tuz, soyluların harcı. Ziyafet sofrasına ilk olarak bir çanak tuz yerleştiriliyor. Bu en soylu kişinin oturacağı yeri belirliyor. Ve rütbe sırasına göre de tuzdan uzağa oturuluyor. Tuzun önünde oturmak tabiri buradan geliyor.
- “Ağzında gümüş kaşıkla doğmak” (Born with a silver spoon): Ziyafet törenlerinde şu an kullandığımız çatallar, bıçaklar yok. Dolayısıyla ziyafete soylular gümüş kaşıklarıyla gidiyor. Bir çocuk doğduğunda vaftiz anne ve babasının ona gümüş kaşık hediye etmesi bu nedenle bir soyluluk belirtisi olarak görülüyor. Tabir buradan çıkıyor: O kadar soylu ki doğduğunda gümüş kaşığı vardı.
Paylaş