Paylaş
Diyecek söz bulamıyorum.
İki kelimeyi bir araya getiremiyorum.
O yüzden...
Sizi Maksim Gorki’nin Rus Devrimi öncesi işçi sınıfının yaşantısını anlattığı “Ana” adlı romanının son bölümüyle baş başa bırakıyorum.
Zamanlar, durumlar, şartlar, aktörler farklı olsa da...
Temeldeki zulmün şu an yaşananlarla benzerliğini göreceksiniz.
***
“Git buradan, kocakarı!”
“Yakalayacaklar seni!”
“Hiç korktuğu yok!”
Jandarmalar yaklaşıyor, “Yallah! Dağılın bakalım!” diye bağırıyorlardı.
İtilip kakılanlar sendeliyor, birbirlerine tutunuyorlardı.
Hepsinin, söylediklerini anlamaya, inanmaya hazır olduklarını sanan Pelageya bütün bildiklerini, kudretini hissettiği bütün düşünceleri telaşla anlatmak, ortaya dökmek istiyordu. Sözler, fikirler benliğinin ta derinliklerinden hiç çaba harcamadan fışkırıyor, dudaklarının ucuna geliyordu bir şarkı gibi. Ancak sesinin titrediğini, kısıldığını fark ediyor ve bundan utanıyordu:
“Oğlumun sözü, namuslu bir insanın tertemiz sözüdür! Dürüst insanlar cesaretlerinden tanınırlar!”
Genç gözler coşkuyla bakıyordu Ana’ya.
Göğsüne bir darbe yiyip sendeledi, sıranın üzerine çöktü. Başlar üstünde jandarmaların elleri sallanıyordu. Adamları yakalarından, omuzlarından tutup bir kıyıya itiyor, şapkalarını kapıp uzağa fırlatıyorlardı. Ana’nın gözleri karardı, yer sallandı.
Ensesi duvara çarptı. Korku bürüdü yüreğini. Ama içinde yanan ateş, korkusunu dağıttı.
“Yürü!” dedi jandarma.
“Hiçbir şeyden korkunuz olmasın! Bir ömür boyu çektiğiniz çileden beteri yoktur...”
“Sus diyorum sana!”
Jandarma kolundan tutup kabalıkla çekti. İkinci bir jandarma öbür kolundan yakaladı, sürükleyip götürdüler.
“... Her gün yüreğinizi kemiren, göğsünüzü kurutan bu çile...”
Sivil polis Ana’nın üstüne yürüdü, yumruğunu sallayarak bağırdı:
“Susacak mısın kahpe!”
Pelageya’nın gözleri büyüdü, ateş saçtı, çenesi titredi. Dizlerini bükerek sürükleyenlere karşı direndi.
“Dirilen bir ruh öldürülemez...”
“Köpek!”
Sivil polisin yumruğu Ana’nın suratına indi. Hınçlı bir ses işitildi:
“Hak etti bunak karı!”
Ana’nın gözlerinde şimşekler çaktı, siyah kırmızı bir perde kör etti onu bir an, kanın tuzlu tadı doldu ağzına.
Çevreden yükselen haykırışlarla kendine geldi.
“Vurmayın!”
“Hey! Çocuklar!”
“İt oğlu it!”
“Vur kafasına!”
“Akıl kanla boğulmaz!”
Boynundan, sırtından itiyorlar, omuzlarına, başına vuruyorlardı. Her şey sallanıyordu. Haykırışlar, çığlıklar, düdükler girdabında siliniyordu. Sağır olmuş gibiydi. Soluğu tıkanıyordu. Yer kaydı ayakları altından. Dizleri büküldü. Vücudu, duyduğu acılardan titredi, ağırlaştı, sallandı. Dermanı kesiliyordu. Ama gözleri hâlâ çakmak çakmaktı; çevresinde yiğitçe parlayan bir sürü başka göze takılıyordu. Bu parıltıyı iyi bilirdi ve severdi de.
Kapıya doğru ittiler onu. Bir elini kurtarıp pervazı yakaladı, asıldı, direndi:
“Gerçeğin ateşi kan deryalarında bile söndürülemez...”
Eline vurdular.
“Çılgınlar! Bu yaptığınız size ancak kin kazandırır. Ve bu kin boğacaktır sizi!”
Bir jandarma boğazına sarıldı, sıktı.
Bir hırıltı çıktı Ana’nın boğazından:
“Zavallılar...”
Bir hıçkırık karşılık verdi.
Paylaş