Sivillerin cenazeleri derin dondurucuda bekletiliyor; çocuklar sokaklarda akan kanı seyrediyor.
Toplum çaresizlik içinde kıvranıyor.
3-5 kişi orada, 5-10 kişi burada, belki bir duyan olur umuduyla barış çağrılarını sürdürüyor.
Birileri ise ‘şehit cenazelerini protesto’ adı altında ellerinde sopalar, taşlar, silahlarla Kürt yurttaşların canına kastediyor.
21 yaşında bir gencin Kürtçe konuştuğunu duyup kalbinden bıçaklıyorlar.
Yolu trafiğe kapayıp doğu plakalı araçların plakalarını söküyorlar.
Kürtlerin işyerlerine saldırıyorlar.
Ne var ki, yazıya oturduğum sırada Türkiye’nin dört bir yanından sokak vandallarının haberleri gelmeye başladı.
HDP merkezlerini ateşe veriyorlar, şu elinizde tuttuğunuz gazetenin İstanbul’daki binasına ve Ankara’daki matbaasına saldırıyorlardı.
HDP binalarını kül etmişler, Hürriyet binasının girişinde ise cam, çerçeve ne varsa indirmişlerdi.
Çalışma arkadaşlarım nereye kaçacaklarını, sığınacaklarını şaşırmışlardı.
Pek çoğu belki de hayatında ilk kez ölüm korkusu yaşamış, canından endişe etmişti.
48 saat içinde bir gazete binası ikinci kez ve daha şiddetli biçimde saldırıya uğramıştı. Yurttaşlarının can güvenliğini sağlamakla yükümlü olanlar ilk saldırının ardından artçıları engellemek için harekete geçmek şöyle dursun, güçlü bir uyarıda bile bulunmamışlardı.
Siyaset de, gazetecilik de sorumluluk sahibi insanlar tarafından kamu yararı gözetilerek yapılmak zorunda olan işler.
YARGITAY Başkanı Rüştü Cirit, ilk derece mahkemelerinde 13 milyon dava dosyası olduğunu söyledi. Yani, bu ülkede her 3 kişiden biri devletle veya bir diğeriyle davalık.
Geçimsiziz, uzlaşmayı beceremiyoruz.
Belki yüzyıllarca anlaşmazlıklar kadıların ‘höt zöt’ demesiyle çözüldüğü için uzlaşma kültürünü geliştirememişiz...
Belki de uzun yıllar tek parti ile yönetildiğimiz, devamında darbelere maruz kaldığımızdan ve baskıcı yönetimlerden demokrasiye bir türlü sıra gelemediğinden.
*
KOS’ta bir Suriyeli çocuğa mikrofon uzatılıyor. Şöyle diyor:
“Türkiye’de yaşamaktansa yolda ölmek daha iyi.”
Nasıl ölmek istemeyeceği sorulduğunda pek çok insan “Boğularak” der.
Bu çocuk, kendisi için en kötü ölüm şeklinin Türkiye’de yaşamak olduğunu söylüyor.
*
Siz 500-600 metrelere boydan boya çay, fındık, mısır ekerseniz toprağın su tutma kapasitesi belli bir düzeyin üstüne çıktığında toprak kaymaları kaçınılmaz olur. Tarımsal etkinlikleri toprak koruma önlemleri almadan yaptığınızda da ‘500 yılda bir gelen yağış’ savunması boşa çıkar.
Hopa’daki sel ‘Allah’ın işi’ değil.
Çünkü...
Siz bölgedeki köylerde, mahallelerde yapılaşmaları denetlemezseniz, isteyen istediği yerde, istediği gibi bina yapar.
1985’te yürürlüğü konulan, 2001’de adı Plansız Alanlar Yönetmeliği olarak değiştirilen yönetmelik Doğu Karadeniz’deki köylerde gerektiği gibi uygulanmıyor.
Köy ve köy civarında oturanların yapı yapabilmesi için ihtiyar heyetince verilen yazılı izin kuralının uygulanmasından sorumlu olan Valilikler işini yapmıyor.
Hopa’daki sel ‘Allah’ın işi’ değil.
TİYATRO sanatçısı Levent Üzümcü’nün İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan ihraç edilmesinde Gezi direnişi sürecindeki duruşu ve Sosyalist Enternasyonel’de yaptığı konuşma gerekçe gösterildi.
2013’te yaptığı o konuşmada Türkiye’yi “sokakta, okulda, işyerinde, bilgisayar başında, spor karşılaşmalarında sürekli kamplaşmaya itilen bir ülke” olarak tarif etmişti Üzümcü.
Aradan geçen iki yılda bu kamplaşma öyle keskinleşti ki, artık kimsenin kimseyle bir arada yaşayası da kalmadı. Ya da en azından bunun mümkün olduğuna dair inanç yitti.
Galiba en fenası da bu.
Herkes makulden uzaklaştı; kimse birbiriyle geçinemez oldu.
Öyle ki, lokanta basıp Çinli diye Uygur Türkü dövmek veya PKK’li sanıp üsteğmeni linç etmeye kalkmak gibi absürdlüklerde de sınır tanınmadı.
Tüm bu saçmalıklar olup biterken İrlandalı turistin esnafı sıra dayağından geçirmesi binlerce insanın yüreğine su serpti.
7 yaşında bir çocuğun hayatından daha önemli ne olabilir?
Vatan mı daha önemlidir?
Yoksa devleti ve toplumu yıldırmak mı?
*
Devletin ‘kudretini’ göstermek mi daha önemlidir?
Ama bu daha çok bir adamı kürdanla bıçaklamak gibiydi: Bu yaptığımız onu incittiği, rahatsız ettiği ve kötüleştirdiği halde, hayati organlara dokunmuyor, lenf veya kan dolaşımını engellemiyordu. Biz, doğayı mahvediyoruz diye düşünmedik hiç. Böyle bir şeyin mümkün olduğuna içten içe bile inanmadık: Doğa çok büyüktü, yaşlıydı; güçleri –rüzgarı, yağmuru, güneşi- çok yamandı, kadimdi.”
Eylülde ilk kez Türkçe çevirisiyle Everest Yayınları’ndan çıkacak “Doğanın Sonu” adlı kitabında Bill McKibben geçmişte doğaya verdiğimiz zararı böyle tarif ediyor.
Bugün ise iş çok ciddi.
Kürdanın yerini satır aldı.
“O adamı” şimdi satırla paramparça ediyoruz.
Organları iflas etme yolunda bir adam artık doğa.
Ve işin kötüsü...