Paylaş
Ben daha çok fotoğraf ve bol bol video sahibi olmak isterdim.
Fotoğraf az, video ise hiç yok. Annesi babası fotoğraf meraklısı insanlar dışında çocukluğundan milyonlarca fotoğrafı olan pek yoktur bizim jenerasyonda. Herkesin sadece bir adet bebeklik albümü vardır, o kadar...
Bir de şimdiyi düşünsenize...
Neredeyse bebeklerin doğdukları andan itibaren yaşadıkları her dakikaya ait fotoğraf ve videoları var.
Bizimse en güzel anlarımız bilinçaltına gömüldü...
Konu bebekler olunca elimizden akıllı telefon düşmüyor ama bunu esasında kendimiz için de yapmamız lazım.
Geçen günlerden birinde bir anne baba ziyaretim esnasında, birden konu nasıl tanıştıklarına, nasıl evlendiklerine geldi.
Anlattıkça hikayelerin detayları da devreye girdi...
Bugüne kadar hep üstünkörü bildiğim bir yaşam öyküsünü, derinlemesine ayrıntılarıyla dinlerken buldum kendimi.
Sonra bir anda vaziyete uyandım...
Ben neden bunu telefonuma video ile kaydetmiyordum?
Bu, ilerde büyük bir keyifle izlenecek bir anı olmaz mıydı?
Babam konuşurken, çaktırmadan kaydetmeye başladım.
Hikaye 50’li yılların sonunda başladı.
İzmir’den İstanbul’a giderken, İzmir-Bandırma treninde...
O zamanlar İzmir’den İstanbul’a böyle gidilirmiş.
Önce tren, sonra Bandırma’dan gemiyle ver elini İstanbul...
Tren ve gemi romantizminden sonra beş yıl İzmir-İstanbul arası mektuplaşıyorlar...
5 yılın sonunda ani bir kararla evleniyorlar.
O zamanlar Ereğli Demir Çelik daha yeni kurulmuş, çalışmak için İstanbul’dan Zonguldak Ereğli’ye taşınıyorlar...
İlk hayat mücadelelerini, Ereğli’nin o yıllardaki güzelliğini, 60’larda ilk çocuklarının doğumunu anlattılar.
Sanki Türkiye’de geçen bir dönem dizisi gibi.
Ama iyi bir dönem dizisi izlemekten daha güzel, hayatınızın köklerini öğreniyorsunuz.
Hayal gücünüz şahlanıyor... Dinlerken bir yandan kahkaha atarken, öte yandan derin bir melankoliye gömülebiliyorsunuz...
Normalde çok konuşulmayan, öyle hikayelerin detayları çıkıyor ki...
Mesela, benim esasında iki değil, üç ağabeyim varmış.
Meğer annem, altı ay karnında taşıdığı oğlunu kaybetmiş...
Düşük yaptığı dakikaları, halamın annemi kastederek “Ölüyor, yetişin” diye bağırışını...
Annem tüm bunları anlatırken hep beraber gözyaşlarına boğulduk.
Adını Eray koyacakları ve eğer yaşasaydı benden 18 yaş büyük olacak en büyük ağabeyimi nasıl kaybettiğimi ve annemin ne büyük bir drama yaşadığını öğrendim...
En yakınını görmezden gelmek...
Kendimi bildim bileli anneannem bizimle birlikte yaşadı.
Vefat ettiği gün ben 20 yaşındaydım, o ise 100.
Onu o ilk gençlik yıllarında, aklım beş karış havadayken değil, bu yaşımda tanımayı çok isterdim.
Eğer yaşasaydı ona önce içine doğduğu Osmanlı İmparatorluğu’nu, sonra Türkiye Cumhuriyeti’ni, nasıl modern Türkçe öğrendiğini, 1. Dünya Savaşı’nda yaşadıklarını... Kuzey İtalya’da düşen uçakta kaybettiği ve pilot olan ilk eşini, asker olan ikinci eşini, dedemi...
30’ların, 40’ların Tatavla’sını, Şişli’sini, Nişantaşı’sını...
40’ların Türkiye’sinde boşanma kararı alabilmiş cesur bir kadının yaşadıklarını...
Hepsini kelimesi kelimesine anlattırır ve kaydederdim.
Farkında mısınız, hep en yakınlarımızdakilerin duygularını, hayatlarını, hislerini es geçiyoruz. Onlardan sonra gelen herkese, arkadaşlara, “özel” dediğimiz insanlara hep daha fazla zaman ve enerji harcadığımızı fark ediyoruz.
Fakat esas hikaye orada.
Özümüz orada.
İnsanın kendine dair aradığı her şeyin sırrı, hikayesi, kaynağı ailede saklı.
Röportaj yapmak için gazeteci olmak gerekmiyor. Açın telefonunuzun video özelliğini, oturtun ailenizi karşınıza, dinleyin hikayelerini... Kaydedin.
Dinledikçe daha fazla soru sormak, en ince detayına kadar hayat öykülerini öğrenmek isteyeceksiniz...
Belki de en yakınınızdakileri esasında hiç tanımadığınızı fark edeceksiniz...
Paylaş