Abur cubur çekmecesinde ne var?

Reklamları izliyorsunuz. Bir paketli atıştırmalığın son derece renkli, albenili bir reklam filmine denk geldiniz... Diyor ki, “Bu ürünü çocuklarınıza yedirin. Onlar da bu reklamı izleyip, hep istesin, siz alın, hep evde bulundurun.”

Haberin Devamı


Üstelik bunu olabildiğince neşeli, sevimli, albenili söylüyor, “zarar” kelimesinin veya bu algıyı yaratabilecek herhangi bir görüntünün yakınından bile geçmiyor.
Aksine, mutluluk, neşe, aile bağları, güzel hisler ile bağdaştırıyor kendini.
Onu izleyenin algısını, o ürünle iyi duyguları, özellikle mutluluğu birleştirecek şekilde manipüle ediyor.
Markasını görenin ilk aklına gelen “iyi hissetmek” olsun istiyor.
Ürününü satmak için buna ihtiyacı var çünkü, ne kadar iyi his, ne kadar mutluluk, o kadar çok satış.
Aslında insanların şekere olan bağımlılığını kullanıyor bu ürünlerin pek çoğu.
Bu bağımlılığı tüketicinin “mutluluk” olarak ele almasını sağlıyor ve böylece ürününü rahatça satıyor, kâr ediyor. Bu sistem de böyle yürüyüp, gidiyor.
Aslında bu ürünleri üreten de, bu döngünün her gün daha da büyümesini sağlayan da, reklamını yapan da insanlık suçu işliyor.
Sorsanız herkes işini yapıyor tabii, kimse insan sağlığı içinde oynadığı rolü kabul etmez.
Ekonomik olarak güçlü markaların baskıları, lobilerin baskıları da tüm dünyada bu sistemi sürdüren ana faktörler...
Eh, ne de olsa mesele ekonomik değil mi?
Dışı son derece ışıltılı ve lezzetli, adeta mutluluk saçan bir abur cubur dünyası var reklam kuşaklarında.
Yenebilen ve içilebilen bir zehir dünyasını bize pazarlıyorlar.
O renkli dünyanın ardında ise olan, tek kelimeyle “karanlık.”
İnsan vücudunu yavaş yavaş tahrip eden, kanserden nörolojik rahatsızlıklara giden bir yolun taşlarını döşeyen bir karanlık.
Çocuklar erken yaşlardan itibaren marketin “abur cubur” bölümünün bağımlısı haline geliyorlar.
O abur cubur bölümüne yaklaştığımızda ne görüyoruz, hepiniz biliyorsunuz.
“Beni al” diyen renklerle bezeli etiketlerin üzerinde mikro fontlarla yazılmış “içindekiler” kısmını okuduğunuzda gördükleriniz...
İnsan bedeni için “zehir” ile eşdeğer olan şekerle alabildiğine dolu bir yığın albenili ürün...
Yenilebilir formda paketlenmiş onlarca, yüzlerce zehir...
Zehir üreterek, bu zehirleri üretmek için büyük para harcayarak, sonra bunların tatlı tatlı reklamlarını yaparak, çocuklarımıza bunları yedirmemizi söyleyerek şekillenmiş bir sektör...
Sadece Türkiye değil, dünya böyle...
Üstelik öyle fena, öyle fena ki vaziyet, “baş zehir” şekeri bile kullanmıyorlar artık. Neden? Çünkü şeker pahalı.
Onun yerine, şekerden çok daha ucuz glikoz şurubu kullanıyorlar ki, marketlerde sundukları ürünler daha da ucuza gelsin, az paraya çok miktarda atıştırmalık üretilsin, daha çok kâr getirsin...
Sadece şeker yerine glikoz şurubu kullanarak kâr etmiyorlar tabii...
Son günlerde konuştuğumuz palmiye yağı da diğer bitkisel yağların yerine kullanılan, işlem gördüğünde insan vücudu için tehlike arz eden bir yağ çeşidi.
Ama çok çekici bir yanı var, ucuz. Azıcık palmiye yağıyla öyle çok miktarda lezzetli “abur cubur” üretebiliyorsunuz ki, son yıllarda palmiye yağı bu sebeple her ürünün içinde kullanılıyor.

Haberin Devamı

Tek maksat: Para, para, para

Haberin Devamı

Sözün kısası, şeker yerine glikoz şurubu, “pahalı” yağların yerine palmiye yağı kullanarak insan sağlığını hiçe sayabiliyor ve nefis kâr edebiliyorsunuz.
İşte, insan o albenili reklamları izlerken bunları düşünüyor.
Birileri, insan sağlığına zararlı birtakım atıştırmalıklar üretiyor, bunu endüstriyel boyutlarda yapıyor, ardından piyasaya sürüyor, “çocuklara da yedirin” diyor, dev reklam kampanyaları düzenliyor ve haliyle bu ürünlerle ilgili bu düzeyde “sağlıklı” algısı yaratıldığında her evde bir “abur cubur çekmecesi” oluyor.
Böyle söyleyince ne kadar delice geliyor, değil mi kulağa?
Ölüm çekmecesi aslında o!
Moralimiz bozuk olduğunda saldırdığımız, bir an için rahatlama yaratan, ardından o çekmeceye giderken sahip olduğumuz ruh halinden daha beter duruma sokan toksik bir çekmece!
Bedeni yavaş yavaş tahrip eden, zehirli bir çekmece.
Bir tane anahtar var aslında. Evet, şehir insanları olarak markette satılan ıspanağın bile doğallığından endişe duyar hale geldik ama en azından bir temel soru ile hayat değişir. Bünyenize sokmayı tercih ettiğiniz yiyeceklerle, hayatınızı, beyninizi, düşünme şeklinizi, dünyaya bakışınızı, her şeyinizi değiştirirsiniz.
Bir yiyeceği ağzımıza atarken “Bu ürün, bu haliyle doğada var mı?” diye soralım kendimize.
Bu tip yiyecekleri hayatınızdan yavaş yavaş çıkardığınızda ve nihayetinde tamamen uzak durduğunuzda, “Yemezsem ölürüm” duygusu da yok oluyor, hiç öyle “Ben yapamam’ demeyin.
Deneyin, bakın nasıl hayatınız değişiyor...

 

Yazarın Tüm Yazıları