Corona Virüsü, şimdiye kadar pek çok mutasyon geçirdi. İlk olarak 1960’lı yıllarda görülmeye başlanan virüs, daha önce insanlarda tespit edilmemiş yeni haliyle 7 Ocak 2020’de Yeni tip Corona Virüsü Covid-19 olarak tanımlandı. Dünyanın 136 ülkesine yayılan Covid-19’un görüldüğü vaka sayısı ne yazık ki her gün artıyor. Ülkemizdeki vaka sayısı her geçen gün artarken virüsün yayılmasının önüne geçmek için kararlı şekilde önlemler alındığını görüyoruz. Okulların tatil edilmesi, gerekmedikçe kalabalık alanlara girilmemesi yönündeki uyarılar, eğlence yerlerine getirilen sınırlamalar ve yurt dışından giriş ve çıkışlar konusundaki kısıtlamalar, alınan bu önemli tedbirlerden bazıları…
Ne mutlu bize ki Covid-19’un yaygınlaşması açısından bakıldığında dünya üzerinde en güvenli görünen ülkelerden biriyiz. Hasta sayısının diğer ülkelere göre az olması bizlere virüsü kontrol altında tutabilme ve mücadele açısından büyük güç veriyor. Buna karşın yine de salgının toplumda büyük bir paniğe neden olduğunu gözlemlemekteyiz.
Yeni tip Corona virüsünün, henüz aşısı ve tedavisi olmadığı için kaygı duymak son derece doğal. Ancak hızla yayılan ve tüm dünyayı etkileyen bu virüsün bireyler üzerindeki etkisi kişilere göre kimi farklılıklar da gösterebiliyor. Bir yanda virüsü önemsemeyip “Vakti gelince zaten öleceğiz” rahatlığı ile yaklaşanlar diğer tarafta ise panik içerisinde marketlere, eczanelere koşup gıda ve tıbbi malzeme stoklamaya çalışanlar var.
Zaten kaygılıydık, salgın üzerine geldi
Bireysel olarak virüsün sebep olduğu endişe, Panik Bozukluk benzeri bir ruh haline neden oluyor. Bunun altında şüphesiz son aylarda toplumda peş peşe yaşanan üzüntülerin yorgunluğunu görmek mümkün. Yakın bir zamana kadar deprem, şehit haberleri, ekonomik iniş çıkışlar ve askeri operasyonların neden olduğu kaygılar gündemimizdeydi. Bu konuların üzerine böyle bir salgın; korku, endişe, panik duyguları ve çaresizlik hissini daha da tetikledi.
Eğer biraz güçsüz bir psikolojideyseniz, bir felaket ile karşılaştığınızda bu ya sizin daha hızlı güçlenip ayağa kalkmanıza yardım eder ya da var olan gücünüzü de karamsarlığa teslim edersiniz. Bu noktada elbette bizlerin yapması gereken, yaşama dört elle sarılmak ve tüm önlemlere harfiyen uymak olmalı.
Birey, ruhsal durumunu da dikkate almalı
Salgın sözcüğü bile tek başına duyan herkesi olumsuz etkilemeye yetiyor. Bu süreçten aşırı etkilenen kişilerde kaygıya bağlı olarak uykusuzluk, yeme bozuklukları, depresif ruh hali, tansiyonda iniş çıkışlar gibi belirtiler görülebiliyor. Panik Atakları artarken, ölüm korkusuyla insanlardan uzaklaşmak, önerilenin çok ötesinde abartılı önlemler almak, hassas kişilerde sıkça gördüğümüz davranışlar arasında…
Birden fazla kişinin aynı anda bu kadar uç noktada hissetmesi pek sık rastlanan bir olay değildir. Öte yandan intihar edenlerin çoğu zaman kalanlara güçlü bir mesaj verme duygusu bulunmaktadır. İşte verilmek istenen bu mesajı, sorunlar karşısında çözüm bulanamayacağını ifade eden öğrenilmiş çaresizlik duygusunu ve toplumda yaygınlaşmaya başlayan derin baskı ve karamsarlığı bir araya getirirsek, intihar değil ama çaresizlik duygusunun bulaşabildiğini görüyoruz. Bireysel gibi gözüken bu “acı son” seçimlerine yakından baktığımızda, kişi sayıları ve seçilen kimyasal açısından kimi benzerlikler görüldüğünden ve durumun arkasında tam olarak ne olduğunu bilemediğimiz için bu konuda yorum yapmaktan kaçınmamız gerekir. Ancak giderek yaygınlaşan bu tehlikeli davranış biçimine karşı, kendimizi ve yakınlarımızı korumak açısından bazı önemli noktalara değinmemiz gereklidir.
İntihar, Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, ölüm nedenleri arasında ilk 10’da yer alıyor. Çaresizlik hissi ve geleceğe dair umutsuzluk, özellikle aile bağlarının ve toplumsal dayanışmanın az yaşandığı sosyal çevrelerde, kişinin canına kıyması ile sonuçlanabiliyor. İntihar girişimlerinin depresyon, çeşitli ruhsal hastalık ve bağımlılıklar ile göç ve maddi sorunlar gibi sosyoekonomik etmenler ile de ilişkisi bulunuyor. İstatistiklerin ötesine geçip, şu anda içinde bulunduğumuz tabloya baktığımızda, insanların içsel dünyalarında başkalarından yardım isteme noktasından uzaklaştıklarını ve “Ne olursa olsun içinde bulunduğum duruma bir an önce son vermeliyim” diye düşünmeye başladıklarını görüyoruz. Neticede son günlerde peş peşe İstanbul Fatih ve Bakırköy ile Antalya’da gerçekleşen toplu intiharlar, 3 aileyi dünyadan kopardı.
İntihar ve toplu intiharlar konusunda vurgulamak istediğim asıl konu; intihar ve umutsuzluğun bulaşıcı olma eğiliminde olması ve adım adım bastırılan sorunların sonunda insanların canlarını alacak kadar büyüyebilmesidir.
“Sorunlarınız ne kadar büyük olursa olsun, sağlam bir ruh haline sahipseniz, aileniz ve sevdiklerinizle birlikte hareket edebiliyorsanız, her yeni gün çözüm için farklı seçenekler getirecektir. Bu nedenle içinizdeki yaşam sevincine sahip çıkın”
Toplu İntiharlara Karşı Acil Önlemler
İntiharlar, Salgına Dönüşmesin: İntihar eden kişilerin ailelerine bakıldığında, bu ailelerde intihar girişimlerinin toplumun diğer kesimlerinden daha yüksek olduğunu gösteren çeşitli bilimsel araştırmalar mevcut. Gerek intihar gerekse toplu intihar haberlerinin intiharları daha da yaygınlaştırdığına, hatta intihar salgınına neden olduklarına dair çalışmalar bulunuyor. Ünlü kişilerin intiharları, hatta tamamen kurgu olan, örneğin filmlerdeki intiharların medyada yer alması bile intihar istatistiklerinin yükselmesi ile sonuçlanabiliyor.
Bu aşamada özellikle bu konuları haberleştiren basın kuruluşlarının hızla önlem alması gerekli. Şüphesiz konu haber değeri taşıyor. Bu olayların sebepleri ve nedenlerinin ortadan kaldırılması için dikkatleri bu yöne çekmek oldukça önemli. Ancak haberlerde intihar yöntemlerinin detaylarıyla anlatıldığı, özendirici, intiharı normalleştiren üsluptan uzaklaşılması gerekiyor. Haberleri izleyen kişiler, taklit ederek veya intihar eden kişiler ile kendilerini özdeşleştirerek aynı yöntemlere başvurabiliyorlar. Bu nedenle haberler, mutlaka özenle hazırlanmalı ve çaresiz hisseden kişilerin yardım alabileceği yerler de mutlaka belirtilmeli.
Kaynakların Bölüşümü ve Aşırı Tüketim Tutkusu:
İnsanlığın daha iyi bir dünya hayali ve toplumsal hareketler… Kitlelerin yeni ve daha güçlü bir çözüm arzusu… Biri içimizdeki isyankâra mı dokundu? Yıllarca birikmiş baskı, belirsizlik, acı ve öfkeden doğan kahkaha… Genç beyinlerin isyanı! Sinemanın beyinleri etkileme gücü… İşte izlediğim bir filmden sonra ilk aklıma gelenler.
Eminim, sinema ile ilgilenen herkes, hangi filmden bahsettiğimi kolayca tahmin etmiştir. Malum, kitlelere yön veren, tişörtleri, sweatshirtleri ve maskeleri ile ortalığı kasıp kavuran filmler var. Her ne kadar 18 yaş üzeri bir film olsa da –internet sağ olsun- özellikle 18 yaşın altındaki gençler için Batman ve V for Vendetta ile birlikte “yeni efsane” Joker. Film, nöroloji açısından olduğu kadar şu anda dünyanın çeşitli ülkelerinde devam etmekte olan protesto ve kavgalardan ürkenler açısından da dikkate değer!
İyi Tanınmayan Nörolojik Hastalıklar
Biz hekimler için filmin en büyük özelliği, daha önce pek duyulmayan bir nörolojik hastalık üzerine kurulu olması. Bu hastalıktan söz ederek filmi henüz izlememiş olan ama izlemeyi planlayanların hevesini kaçırmak istemiyorum. Ancak gerçekten böyle bir hastalık var mı diye merak edenleri bilgilendirebilmek amacıyla bazı genel bilgilere yer vereceğim.
İzleyicilerin bu filmden öğrendikleri, uygunsuz ortamda gelen zamansız bir kahkahanın mutluluk getirmek bir yana, çok büyük sorunlar bile çıkartabileceği oldu. Gerçekten de çevremizde olup bitenlerle uyumlu olmayan bir kahkaha, eğer kişinin kendisi tarafından kontrol edilemiyorsa, oldukça önemli bir soruna dönüşebilir. Aslına bakılırsa biz nörolojide, kahkahasını kontrol edemeyen hastalar ile birlikte, kendi kontrolü dışında gülme ve ağlama nöbetleri geçiren vakalara da sıkça rastlamaktayız. Bu nedenle, çeşitli nörolojik hastalıklarla bağlantılı olarak Patolojik Gülme ve Ağlama, biz hekimlerin aşina olduğu rahatsızlıklardandır.
Patolojik Gülme ve Ağlama
PGA, bir uyaran olmaksızın birdenbire, abartılı olarak ortaya çıkan kontrol edilemeyen gülme veya ağlama ataklarının veya her ikisinin birden görüldüğü bir durumdur. Fere tarafından 1903 yılında “Fou rire prodromique” (kontrol edilemeyen gülme atakları) adı ile bildirilmiş olan PGA için, çok yaygın olarak emosyonel labilite, emosyonalism, emosyonel disregülasyon, daha az sıklıkta ise patolojik duygusallık terimleri kullanılmaktadır. Daha çok inme geçiren bireylerde görülebilen PGA, Alzheimer hastalığı, travmatik beyin yaralanması, amyotropik lateral sklerosis, epilepsi, multiple skleroz, beyin tümörü, vasküler malformasyonlar ve Parkinson hastalığı olan hastalarda da görülebilmektedir.
Patolojik gülme ve ağlama, santral sinir sistemi bozukluklarının bir çeşidi olarak davranışsal bir hastalıktır. Bu durumdaki hastalar, mutluluk veya üzüntü olmaksızın sıklıkla gelen aşırı ağlama nöbetlerinden dolayı acı çekerler. Dolayısıyla inme sonrasında duygu kontrol bozukluklarının uygun yöntemlerle tedavisi oldukça önemlidir. Patolojik gülme ve ağlama her ikisi birden görülebildiği gibi, gülmeden ağlamaya geçiş ya da ağlamadan gülmeye geçiş şeklinde de görülebilmektedir. Fakat patolojik ağlama gülmeye göre daha yaygın olarak görülmektedir. Hastalar tarafından gülme ve ağlamanın süresi ve şiddeti kontrol edilememektedir.
Aslına bakılırsa söz konusu insan olduğunda duyguları hormonlardan, hormonları aşktan ve çapkınlıktan ayırmak mümkün değildir. Çünkü aşkı da çapkınlığı da kalp değil, hormonlar yönetir
Aşkı hormonlar mı yönetir?
Aşk kimyasal bir tepkimedir. Kimilerine göre de takıntılı bir duygusal yoğunluktur. En az serotonin kadar dopamin ve oksitosin de aşk ve sevgi duygularını kontrol etmektedir. Oksitosin sevgi hormonudur. Yeni doğum yapan annelerin kanında çok yüksektir. Dopamin, normal şartlarda, enerji, neşe, hareketlilik, dikkat yoğunlaşması ve keyif hali ile alakalıdır. Yeni bir aşkın eşiğinde olan bir kimse, dopaminin verdiği coşku ile birkaç gece uykusuz kalabilir. Güneşin doğuşunu, yağmurun yağışını bambaşka bir pencereden ele alabilir. Hiç olmadığı kadar pozitif düşünebilir. Aşk’ın duygusal yanını dopamin ve oksitosin tamamlarken, fiziksel yönünü de adrenalin ve noradrenalin yerine getirir. Bir diğer deyişle, aşkın tesiri ile bulutlarda gezinmeyi, dopamin, serotonin ve oksitosin sağlarken, ellerde titreme, göz bebeklerinin büyümesi, ses tonunda değişiklikler, yüzde kızarma ve nabızda hızlanma gibi fiziksel tepkimeleri de adrenalin ve noradrenalin yerine getirir.
Aşkı, Mecnun gibi yaşamak mümkün mü?
1.yüzyıl Arap edebiyatından başlayarak, Fars ve Türk edebiyatında da anlatılan, Fuzuli tarafından kasideye dönüştürülen Leyla ile Mecnun efsanesi, aşık kişinin gündelik hayattan ne kadar uzaklaşabileceğinin tipik bir örneğidir. Efsanede Mecnun’un bir köpeğin peşinden saatlerce koşup, nefes nefese onu yakaladıktan sonra köpeğin ayaklarını öpmesi çevresindekileri çok şaşırtır ve herkese onun aklını kaybettiğini düşündürür. Halbuki Mecnun açısından o köpek, normal bir köpek değildir. Çünkü bu büyük aşık, onu Leyla’nın bahçesinde gezerken görmüştür.
Sadakatin bir kimyası var mıdır?
Mecnun’un kasidelere konu olan sadakati destansı bir boyut alır. Peki, gerçek hayatta bunun bir karşılığı var mıdır? Aşkın kimyasal yönünü incelediğimizde, insanları evlilik ve tek eşliliğe iten olayın sadece sosyal gelenekler olmadığını söyleyebiliriz. Sadakatin temelinde, dışarıdan fark edilemeyen kimyasal ve hormonal bir karışımın rolü olabilir. Nitekim beynimizin accumbens merkezindeki dopamin1 ve dopamin2 reseptörlerinin çalışma şekilleri erkek-kadın ilişkilerinde büyük rol oynar. Nukleus accumbens çekirdeği duygularımızı, dürtülerimizi yöneten prefrontal korteks ile çok yakın ilişki içindedir. Eğer D1 reseptörü devre dışı kalmışsa ya da iyi çalışmıyorsa sadakat duygusunda aksama olur ve erkek veya kadın çapkın biri olarak karşımıza çıkabilir.
Çocuklar 4-5 yaşlarına geldiklerinde renkleri tanımaya başlarlar. Çizdikleri resimleri boyarken ise renkleri kararlaştırmadan gelişi güzel boyamalar yaparlar. Bu yaşlardan sonra renkleri artık daha bilinçli kullanmaya başlarlar. Çocuğun okul öncesinde kullandığı renklerin gerçekle bir bağlantısı yoktur.
Kız çocukları erkek çocuklara göre renk seçimlerine daha çok önem vermektedirler. Bazı çocuklar; kırmızı, turuncu, sarı gibi renkleri seçerken bazıları ise mavi, yeşil gibi soğuk renkleri seçebilirler. Genellikle sıcak renkleri seçen çocukların daha ılımlı, sevecen ve uyumlu olduğu soğuk renkleri seçen çocukların ise huzursuz, inatçı, huysuz ve saldırgan tavırlar sergilediği gözlenir.
Ve bu durum gelişim sürecinde değişkenlik göstererek sıcak renklerden soğuk renklere, soğuk renklerden ise sıcak renklere geçiş gibi değişkenlikler gösterebilir. Çocukların resimlerinde kullandığı renkler ile duygusal tepkileri arasında bir ilişki vardır. Sevdiği resimleri yaptıklarında sıcak renkleri kullanırlarken, istemediği resimleri yaparken soğuk renkleri kullandığını gözlemleyebilirsiniz. Özellikle de kötü karakterleri çizerlerken ağırlıklı olarak siyah renkleri kullanırlar.
• Kırmızı: Resimlerde yoğun olarak kırmızı rengin kullanılması; enerjinin, nefretin, şiddetin, yoğunluğun ya da bir hastalığın yansıması olabilir.• Pembe: Kırmızıya göre daha az etkili bir renktir. Sakinliği ve mutluluğu temsil eder.• Turuncu: Endişeli bir tondur. Ve bu rengi ağırlıklı kullanan çocuklar hiperaktif gelişime eğilimlidirler.• Sarı: Bu rengin ağırlıklı olarak kullanılması, çocuğunuzun huzurlu enerjik ve sevdiği şeylere bağlı olduğunu temsil eder.• Mavi: Güven duygusunu temsil eder. Sakin bir ruh halindeki çocuklar daha yoğun olarak resimlerinde bu rengi kullanırlar. Duygularını kontrol etmekte güçlük çekmezler.• Yeşil: Resimlerinde ağırlıklı olarak bu rengi kullanan çocuklar özgüvenli, yaşıtlarına göre daha olgun tavırlar sergileyen ve duygularını kontrol edebilen çocuklar oldukları söylenebilir.• Mor: Sorumluluk duygusu olan, kendinden çok başkaları tarafından kontrol edilmeye eğilimli ve sakin karakterleri temsil eder.
Çocukların cinsiyetine göre renk belirlenmesi çok eskilere dayanır. Yapılan bazı araştırmalara göre; kızların daha sıcak ( kırmızı, pembe, eflatun, turuncu) erkeklerin ise soğuk (mavi,yeşil, gri, ve siyah) renkleri daha çok tercih ettiği görülmüştür. Ancak günümüzde cinsiyet kavramının renklerle olan bağı zayıflamıştır. Pembe kız, mavi erkek rengi gibidir bir genellemeden ziyade renklerin cinsiyet rolleri çok daha esnek hale gelmiştir.
• Çocuklar, renkleri hayatlarının her alanında görmekten hoşlanırlar. Bu nedenle giysi seçimlerini birlikte yapmak, oyuncak alırken renk seçimini onlara bırakmak önemlidir.• Oda renklerini bebek ilk doğduğunda, sakinlik hissi verecek düzende yapabilirsiniz. Bebek zamanının çoğunu uyuyarak ve annenin göğsünde geçireceği için odada kullanılan renklerin hem bebeğe hem anneye huzur verecek şekilde seçilmesi gerekir.
• Bebekler yeni doğan döneminde parlak renkleri görebilirler. Kırmızı onların en çok tercih ettikleri, çünkü en çabuk ve en rahat algılayabildikleri bir renktir. Dekorasyonda olmasa da oyuncak seçiminde belirgin ve parlak renkleri tercih edebilirsiniz.
• Çocuğunuz giysi seçerken, boyama yaparken ya da oyuncak alırken sizinle aynı tercihlerde bulunmayabilir. Onların bu durumunu anlayışla karşılamalısınız.
• Sizin de anne-baba olarak seçtiğiniz renklerin çeşitliliği, ev düzeninde kullandığınız, kendi giyiminizde tercih ettiğiniz renkler de çocuğun tercihlerini etkiler. Çocuk en başta ne kadar çok renk seçeneği ile bir arada olursa, kendi seçimlerini yapabilmesi o kadar zevkli olacaktır.
Çocuklar 4-5 yaşlarına geldiklerinde renkleri tanımaya başlarlar. Çizdikleri resimleri boyarken ise renkleri kararlaştırmadan gelişi güzel boyamalar yaparlar. Bu yaşlardan sonra renkleri artık daha bilinçli kullanmaya başlarlar. Çocuğun okul öncesinde kullandığı renklerin gerçekle bir bağlantısı yoktur.
Kız çocukları erkek çocuklara göre renk seçimlerine daha çok önem vermektedirler. Bazı çocuklar; kırmızı, turuncu, sarı gibi renkleri seçerken bazıları ise mavi, yeşil gibi soğuk renkleri seçebilirler. Genellikle sıcak renkleri seçen çocukların daha ılımlı, sevecen ve uyumlu olduğu soğuk renkleri seçen çocukların ise huzursuz, inatçı, huysuz ve saldırgan tavırlar sergilediği gözlenir.
Ve bu durum gelişim sürecinde değişkenlik göstererek sıcak renklerden soğuk renklere, soğuk renklerden ise sıcak renklere geçiş gibi değişkenlikler gösterebilir. Çocukların resimlerinde kullandığı renkler ile duygusal tepkileri arasında bir ilişki vardır. Sevdiği resimleri yaptıklarında sıcak renkleri kullanırlarken, istemediği resimleri yaparken soğuk renkleri kullandığını gözlemleyebilirsiniz. Özellikle de kötü karakterleri çizerlerken ağırlıklı olarak siyah renkleri kullanırlar.
• Kırmızı: Resimlerde yoğun olarak kırmızı rengin kullanılması; enerjinin, nefretin, şiddetin, yoğunluğun ya da bir hastalığın yansıması olabilir.
• Pembe: Kırmızıya göre daha az etkili bir renktir. Sakinliği ve mutluluğu temsil eder.
• Turuncu: Endişeli bir tondur. Ve bu rengi ağırlıklı kullanan çocuklar hiperaktif gelişime eğilimlidirler.
Ayrıntı hastalığı olan hanım ve beylerin, evlerinde ve ofislerindeki işleri bitmediği gibi, evden dışarı çıkmaları da tam bir işkencedir. Defalarca üst baş düzeltilir, etraf kontrol edilir. Hele bir de davet, düğün, toplantı gibi bir etkinlik varsa aynanın ya da gardırobun karşısında saatler geçirilir.
Evden çıkmadan her şey en az birkaç kere kontrol edilir. Tüp veya kombi kapalı mı, pencereler kapalı mı, elektrikli cihazların fişleri çekilmiş mi, musluklar sıkı sıkıya kapatılmış mı? Bu arada sehpadaki gazete oradan kaldırılıp eski gazetelerin arasına özenle yerleştirilir, halıdaki bir renk değişikliği bile o anda fark edilir. Hatta televizyonun kapatılıp kapatılmadığına tekrar bakılır, o arada uzaktan kumandaya gözü takılır, itina ile alınıp yerine konulur. Nihayet mutfağa girilip yine tüp ya da doğal gaz tekrar kontrol edilir, derinin hasar görmemesine itina göstererek ayakkabılar giyilir, tam çıkılacakken portmantonun aynasında makyajını ya da saç düzenini beğenmez tekrar eve geçilir ve aynı ritüel tekrarlanır.
Ayrıntı hastalığı bir OKB yani takıntı hastalığı mıdır?
Ayrıntı hastalığı ve obsesif yavaşlığı olan bu kişilerin sabit bir takıntıları yoktur. Fazla el yıkayabilirler ama hayatlarını ağır bir takıntı hastalığı gibi el yıkamaya veya tekrarlayan davranışlara adamış değillerdir. Kapıları, pencereleri fazla kontrol edebilirler ama bu hayatlarını kabusa çevirmez. Bunların asıl problemi; bütün işlerini hata yapmamak için ayrıntıya dalarak son derece titizlikle yapmalarıdır. Aslında bu kişiler ‘uyuşuk’, ‘mıymıntı’ da değildirler. Kusursuzluk peşinde koşan ve ayrıntıya aşırı takılan insanlardır. Ancak her takıntılı, ağaca bakarken ormanı gözden kaçırır, ormandaki diğer güzelliklerin farkına varmaz ve ayrıntıda boğulur. Bu yüzden de bir türlü kusursuzluğa erişemez. Kendisine de çevresindekilere de hayatı çekilmez hale getirir. Diğer taraftan ayrıntı probleminin her zaman için Obsesif Kompulsif Hastalığa (OKB) dönüşme ihtimali vardır. Dolayısıyla bu kişiler potansiyel olarak OKB hastalığına yatkın kişilerdir.
Ayrıntı hastalığı, bürokrasiyi de kilitler
Ayrıntı hastalığının en fenası bürokraside görülür. Kişi eğer önemli bir mevkide ise gelen evrakları incelemesi saatler sürer. Tüm genelgeleri, yönetmelikleri defalarca okumasına rağmen yeni gelen bir talimat durumunda bunları tekrar tekrar gözden geçirir. Bir karar vermesi ise tam bir olaydır. Üst mevkilerdeki şeflerine sorar soruşturur, yanındakilere danışır daha kötüsü yazışmalar yapar. Bu arada vatandaşın işi gecikmiş ya da gecikmemiş onun umurunda bile değildir. Eğer vatandaşla bire bir olduğu bir konumda ise bir türlü işi bitirip teslim edemez ve vatandaş bekler de bekler. Başka bir memurun 2 dakikada yapıp teslim ettiği işi, bu kişilerin halletmesi saatler sürer. Bürokrasinin tıkanmasına neden olan şeyler böyle mükemmeliyetçi, ayrıntı takıntısına sahip kişilerdir. Bu karakterdeki kişiler, iş bitirip sorumluluk almaktansa işi yokuşa sürüp riskten uzak durmak isteyebilirler.
Ayrıntı hastalığı ya da obsesif yavaşlık geneli elden kaçırmak mıdır?
Bu tanıma baktığımızda şiddete maruz kalan kişinin şiddet uygulandığı zaman da zarar görmüş olması şiddeti belirlediği gibi kişinin yaşanılan durum sonrasında zarar görme ihtimalinin olması bile şiddet tanımı için yeterlidir. Kadına yönelik şiddet türlerini, fiziksel, psikolojik, ekonomik ve cinsel şiddet başlıklarıyla değerlendirebiliriz.
Kadına şiddet türleri
Bedene uygulanan fiziksel saldırılar, en çok görülen şiddet türüdür. Fiziksel şiddet içeriğinde; sağlıksız koşullarda yaşamaya mecbur bırakmak, dayak, kesici ve vurucu maddelerle bedene zarar vermek, sağlık hizmetlerinden yararlanmasını engelleyerek bedenine zarar gelmesine sebep olmak vardır.
Psikolojik şiddet içeriğinde; kişiyi aşırı denetleme ve kontrol altında tutma, aşağılamak, cezalandırmak, mahrum bırakmak, küçük düşürmek amacıyla yapılan sistematik şiddet davranışları vardır. Mesleki mobbing uygulamaları da bir çeşit psikolojik şiddet durumlarıdır. Fiziksel şiddetin olduğu her yerde psikolojik şiddetin varlığından söz edilebilir. Öyle ki psikolojik şiddetin varlığı fiziksel şiddetin oluşturulma ihtimalini de beraberinde getirmektedir. Psikolojik şiddet genellikle sürekliliği olan sistematik şiddettir. Tespit edilebilirliği açısından zor olduğu için hafife alınır ve kişi benlik uyumunu korumak adına savunmalar gerçekleştirebilir. Psikolojik şiddette, kişinin benlik değerine, kimliğine, dünyaya karşı bakış açısına savunmalarına zarar verme söz konusu olduğu için kişide ruhsal hastalıklara sebep olabilmektedir. Psikolojik şiddet, bireyin kişilik yapısını ve benlik saygısını hedef aldığından, fiziksel şiddete göre çok daha büyük sürdürülebilir hasarlara neden olabilir.
Kadına karşı yaptırım ve tehdit aracı olarak paranın kullanılması ekonomik şiddetin varlığını gösterir. Kadının çalışmasına izin vermemek, malına ve parasına el koymak, kadının ekonomik varlığını yok saymak gibi davranışlar ekonomik şiddettir. Bakmakla yükümlü olduğu bir kadının, yeme, içme ve barınma gibi temel ihtiyaçları karşılayacak düzeyde maddi destek sağlamamak da ekonomik şiddettir, üstelik bu psikolojik şiddet unsurlarını da içerir.
Kişinin isteği dışında gelişen güç ve kontrol uygulanarak cinsel ilişkiye zorlamak ya da cinsel ilişkide bulunmak cinsel şiddettir. Kadına karşı uygulanan cinsel şiddetin fiziksel ve duygusal sonuçları vardır. Çaresizlik ve korku duygularını en yoğun şekilde hissettiren cinsel şiddet, bir kadının yaşayabileceği en ciddi psikolojik travma olarak karşımıza çıkar. Cinsel şiddete maruz kalan kadınlar, iç benliğiyle dış çevre arasındaki uyumunu kaybederek çeşitli psikolojik bozukluklar gösterirler.
Şiddetin Oluşma Nedenleri
Şiddet olgusu, erkekte ya da kadında psikobiyolojik etkenler ile dış çevre arasındaki etkileşim sonucunda ortaya çıkmaktadır. Şiddetin biyolojik etkenlerinin değerlendirildiği bazı çalışmalar, limbik sistem ile beynin temporal ve frontal lobları arasındaki ilişkiler sonucu saldırgan davranışların ortaya çıktığını söylemektedir. Ayrıca madde kullanımı, dürtü kontrolünün sağlanmasında engelleyici rol üstlendiğinden saldırgan davranışları tetikleyebilmektedir. Şiddetin biyolojik faktörleri içerisinde psikososyal faktörler, gelişimsel, şiddet ile ilişkili psikiyatrik bozukluklar da vardır.
Aynı zamanda borderline kişilik bozukluğu olanlarda da sıklıkla rastlanılabilmektedir. Buradaki ana hedef, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, kişiyi sosyal ortamlardan soyutlamak ve özsaygıyı yok ederek kendine bağımlı hale getirmektir. Aslına bakarsanız bu bir davranış bozukluğudur. Manipülasyon yapan kişinin benmerkezci olmasından da kaynaklanır. Amaç karşısındaki kişinin fikir, düşünce ve algılarını ona belli etmeden çeşitli yol ve taktikler aracılığıyla değiştirmeye çalışmasıdır. Duygusal manipülasyon yapan kişi her ne kadar çözüm arıyor gibi gözükse de gerçekleri çarpıtarak kendi doğrularını kabul ettirmeyi hedefler.
Tekmele beni sendromunda bir tekmeleyenler, bir de tekmelenenler vardır. Buradaki tekmelenme ifadesi, fiziksel olarak ayak darbesi ile şiddete maruz kalmak değildir. Duygusal ya da ekonomik anlamda kişinin de zemin hazırladığı, tekrarlanan mağduriyetler anlamındadır. Duygusal anlamda tekmeleyen kişi; benmerkezci ve dominanttır, baskın karakterlidir. Genelde yüksek sesle konuşur. O her zaman her konuda haklıdır. Eleştirileri abartılı ve acımasızdır, aşağılamaktan çekinmez. Ayrıca usta birer yalancıdırlar. Çok iyi algı yönetirler.
Zaman zaman öfke ve mağdur rolü oynadıkları gibi, sıklıkla karşısındakine suçluluk duygusu yaşatırlar. Kendilerine karşı duyulan, koşulsuz sevgi ve güven en büyük silahlarıdır.
Tekmele beni sendromunda; bir kez manipulatif operasyonlara maruz kalan kişinin hayatının diğer dönemlerinde de aynı hataya düşme tehlikesi vardır. Tekrarlayan duygusal ya da ekonomik manipülasyonlarla şekillenen ‘’tekmele beni sendromu’’ etkiye pasif bir tepki olarak gelişen bir çeşit davranış bozukluğudur.
Kişinin bilinçaltına işlemiş hatalı davranış kalıpları nedeniyle uygun bir manipülatif istismarcı ile karşılaşıldığında aynı duygusal suiistimaller tekrardan ortaya çıkabilmektedir. Konuyu biraz daha açacak olursak; duygusal manipülasyon nedeniyle sömürülmüş ve istismar edilmiş kişi, bu ilişkiden öyle ya da böyle kurtulduktan sonra aynı ilişki modelini tekrardan yaşama ihtimali oldukça yüksektir. Çünkü kişinin bilinçaltında hatalı olarak yerleşmiş olan beğeni ve hoşlantı kodları hep aynı tarz davranışı ve karakteri olan kişilere yönelecektir. Böylece birey bir bataklıktan kurtulup diğerine sürüklenecektir. Tekmele beni sendromu, sadece ekonomik manipülasyonlar sebebiyle para kaybetme şeklinde de tezahür edebilir. Örneğin kumarda ya da şans oyunlarında veya birilerinin dolandırıcılığına maruz kalarak ekonomik kayıp yaşayanlar; aynı manipülatif tahriklere kapılarak sürekli maddi kayıplar yaşayabilirler. Bilhassa kumar ve iddia oyunları ile para kaybedenler, genellikle maddi kayıplarını düzeltmek için gerekirse borçlanıp ya da kredi çekerek veya başka usullerle para temin ederek oynamaya devam ederler. Böylece maddi kayıplarını ciddi düzeyde derinleştirerek, işin içinden çıkılmaz hale getirebilirler. Bu kişilerin içinde bulundukları manipülatif kısır döngüden kurtulabilmeleri ancak profesyonel destekle mümkün olabilir. Çünkü bu kişilerin maruz kaldıkları duygusal ya da ekonomik manipülasyonlar, içinde bulundukları ‘’ödül eksikliği sendromundan ‘’ kaynaklanıyor da olabilir. Burada eksikliği duyulan serotonin ve endorfin hormonları, kişileri manipülatif davranışlara, açık hale getirmektedir.
Özetle tekmele beni sendromunda şu davranış hataları vardır;
1-