Türkiye’nin en doğusunda bulunan Çıldır Gölü’nün buzlu yüzeyi üstünde korka korka yürüdüm, gölün seslerini dinledim, balıkçıların buzların altındaki balıkları yakalamasını izledim, gölün ortasında yaktığım mangalda kendime balık ziyafeti çektim.
Sesiyle, görüntüsüyle, insanlarıyla bu uzaklardaki soğuk diyara aşık oldum.
Geçen hafta, Avrupa’nın en batısında, Lizbon’daydım, şimdi ise Türkiye’nin en doğusunda yolculuk ediyorum. Orada bahar vardı, burada bıçak gibi keskin bir soğuk. Batı’da refahı, mutlu insanları görmüştüm, burada diz boyu yoksulluğu, düşünceli sessiz insanları. Kars’tayım... Buralarda hava 4.30 civarında aydınlanıyor. Yola erken koyulmak için iyi bir fırsat. Ama sabah ayazı dayanılır değil. Kamçı gibi, değdiği yeri yakıyor. Bu sefer de Doğu’daki "Lezzet Durakları"nın peşine düştüm. Yönetmen Cengiz Özkarabekir de pek insafsız! Yatarken, "Beyler 06.30’da tekerlek dönecek" diye tembih etmişti. Saat tam dediği saat ve arabanın göstergesine göre dışarıdaki sıcaklık eksi 15 derece...
Yollar cam gibi. Buranın şoförleri bu şartlara alışkın allahtan. Hem yavaş hem temkinli gidiyor. Ekiptekiler sabah sersemi, ses soluk çıkmıyor. Sadece radyodan bir türkü duyuyorum. Azeri türküsü. Yabancım değil, önceden çok mırıldanmışlığım var: "Deyirdin baharda görüşerik biz Bahar geldi geçti, sen gelmez oldun... / Deyirdin gapına gonaram guş tek (kuş gibi) / Guşlar ceh ceh vurdu (ötüştüler) sen gelmez oldun..."
Kars’tan çıkınca pencereden akıp giden görüntü birden boşaldı. Karla kaplı düzlükler ve dağlar var artık... Göz alabildiğine hep aynı manzara. Arada bir, kara koyun sürülerini hayvan pazarına götüren çobanlar görüntüye giriyor. Köylerde kimsecikler yok. Ama bacalar beyaz beyaz tütüyor. Bazen yol kıyısında, beresini kulaklarına kadar indirmiş, atkısını beresinin üstüne sarmış, paltosunun yakalarını kaldırmış bekleşen yalnız yolcular görüyorum. Biz Çıldır’a gidiyoruz. Ya onlar nereye? Belki de Ardahan’a, Arpaçay’a, Susuz’a... Yol tabelalarında bu adlar yazılı çünkü.
ÖTESİ ERMENİSTAN
Şoför sağ tarafı gösterip, "İleride Akyaka var. Sonrası Ermenistan. 40-50 kilometre çeker" diyor. O tarafa bakıyorum, beyaz dağları görüyorum. Demek o dağların arkası Ermenistan... "Çok uzaklardayım" diyorum kendi kendime... Nereye göre uzaktayım. Karslılar, Ardahanlılar için "uzak" neresi acaba? İstanbul mu? Çevrede çıt çıkmıyor. Gökyüzünde kuş da yok. Soğuk mu uçmalarına engel olan yoksa. Sessiz ve kimsesiz bir manzara. Doğu hep böyle sessiz... Yazın da hiç ses duymamıştım. Bir köyü geçtik, önümüzden bir tilki kaçtı. Biraz sonra iki tavşan zıplaya zıplaya gözden kayboldu.
Büyükçe bir köy daha göründü. Burada biraz hareket var. Kazlar, tezek yığınlarının arasında paytak paytak koşturuyor. Kaz bu yörede çok önemli. Her evin bir-iki kazı var. Yeterince yağlanınca kesilecek, tuzlanacak, kurutulacak, sonra tandırda, yağları bulgur pilavına damlaya damlaya pişecek. Düşününce ağzım sulanıyor. Çocuklar için zamanın önemi yok. Sabah sessizliğinde neşeli bağırışları yankılanıyor. Soğuk onlara işlemiyor mu acaba? Ben arabanın içinde onları seyrederken üşüyorum.
Arpaçayı’nı geçince, uzaklarda Akbaba Dağı’nın karlı yamaçları görünüyor. Dağın arkası Gürcistan ve Ermenistan. Türkiye’nin bittiği yerlerde dolaşıyorum. Çıldır Gölü’nün önce ucu görünüyor. Küçük bir dere, sazlıkların arasından kıvrılıp göle kavuşuyor. Buralar henüz donmamış. Tepede, karların altında umutla ot arayan 40-50 kara koyun var. Ne çoban görünüyor ne de köpek. Sürünün başı boş mu acaba? Ya kurt inerse! Kurt, köpekten korkar mı? Tilkiler koyuna saldırmaz mı? Kentte aklımın ucundan bile geçmeyen sorular, burada kafamın içinde uçuşup duruyor.
GÜLNİNE’NİN KUŞLARI
Çıldır Gölü birden bire karşıma çıktı. Koca bir su kütlesi. Van Gölü’nden sonra Doğu’nun en büyük gölü. Pırıl pırıl ayna gibi parlıyor. Tepenin üstünden buzu fark etmiyorum. Kıpırtısız, çarşaf gibi bir suya benziyor yüzey. Uçsuz bucaksız bir manzara. Hep aynı sessizlik, hep aynı soğuk.
Minibüs, Akçakale Köyü’nün meydanında duruyor. Cengiz balıkçılarla konuşuyor. El kol işaretlerine bakılırsa, çekimi gölün ortasında yapacağız. O sırada bir kadın koluma giriyor. Sormadan adını söylüyor: "Kızhanım Sarıçayır". Soyadı sonbaharı anımsatıyor. Köyün çocukları "Gülnine" derlermiş. Ben sormuyorum o anlatıyor; İstanbul Çapa’da hastabakıcılık yapmış. "Uzun yıllar önceydi" diyor. Yüzüne bakıyorum. Kırış kırış. Soğuktan mı, yoksa geçen yıllardan mı? Onun için yaşını tahmin edemiyorum. Önce bahçesindeki pelikan ve balıkçılla tanıştırıyor beni. Onları evcilleştirmiş. Elleriyle beslemiş. Sonra yine koluma girip, gölün kıyısına götürüyor. Köydeki yaşamı anlatıyor, balıkları sayıyor, oğlunun adını söylüyor: Ümit Kılıç. Onu tanıyorum. Doğan Haber Ajansı’nın bölge muhabiri.
Göle ilk adımı atarken korkuyorum. Yaşlı balıkçı koluma girip cesaretlendiriyor: "Korkma bu buz bugüne kadar hiç kırılmadı..." Ya şimdi kırılırsa? Bir ses duyuyorum. Gölün altından geliyor. Bu güne kadar duymadığım, ürpertici bir ses. Cengiz’e soruyorum. O da duymuş. Boş bir şişenin ağzını üfleyince çıkan sesi andırıyor. Çıldır Gölü konuşuyor mu yoksa? Ses bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyor. Balıkçılar, bunun, buzun altında sıkışan havanın sesi olduğunu söylüyorlar. Yaşlı balıkçı burada yine söze giriyor: "Bu sesi, göl buz tutmaya başladığında dinlemen lazım. Boğa böğürüyor sanırsın. Hele geceleri! Gölde binlerce boğanın boğulduğunu sanırsın..." Göl donarken acı çekiyor anlaşılan! Ay ışığında, nefes kesen ayazda, böğüren bir göl. Sırf bunu duymak için gelmek lazım diye düşünüyorum.
Balıkçılar arayı açtı. Uzakta siyah noktaya dönüştüler. Tek başınayım. Korku ve coşku aynı anda sarmalıyor benliğimi. O anı anlatacak cümleleri kuramamanın sıkıntısını yaşıyorum. Bu görsel şölen, bu çıtırdayan buz, suyun altından gelen bu garip sesler, buzun üstünde kayan soğuk rüzgarın uğultusu, gölün iki kenarından yükselen Akbaba ve Kısır dağlarının sessizliği nasıl anlatılırdı kim bilir?
Neredeyse gölün ortasındayım artık. Balıkçılar işe koyulmuş bile. Buzu, kazma kürek kırıyorlar. Bakıyorum, buzun kalınlığı 30 santimetre civarında. Büyükçe bir yuvarlak açıldıktan sonra ağı çekmeye başlıyorlar. Elleri çıplak. Soğuktan kıpkırmızı olmuş. "Elleriniz üşümüyor mu?" diye soruyorum. "Alışığız" diyorlar. Zorunlu bir alışkanlık. Ağdan önce büyükçe bir sarı balık çıkıyor. Balıkçı balığı ağdan kurtarıp delikten uzağa fırlatıyor. Bakıyorum; üstündeki pullar altın sarısı. Can havliyle buzun üstünde zıplıyor. Her zıplayışında bir damla kan düşüyor yere. Beyazın üstünde kırmızı kan damlaları. Biraz sonra bir sarı balık daha geliyor. Ardından iki tane sazan. Balıkçılar ağı tekrar göle bırakıp, ağın 100 metre ilerideki diğer ucuna gidiyor.
Buzun üstünde yuvarlaklar aça aça ilerliyoruz. Bir önceki yuvarlak, bir sonraki açılıncaya kadar tekrar donup, kapanıyor. Sarı balık, sazan, siyah benekli alabalık... Kısmetimiz açık bugün. 20-30 kilo balık oldu. Yalnız kefal ve şafakbalığı nedense ağlara takılmadı. İhtiyar balıkçı, "Zaten onlardan çok yoktur" diyor. O her şeyi biliyor. Dile kolay, 70 yıldan beri yaz-kış bu gölden balık çıkarıyor. Şimdi 93 yaşında.
Balıkçılar ağ topluyor, Cengiz ve ekibi çekim yapıyor. Ben de bir yandan mangalı yakarken, bir yandan da balıkların en irilerini ayıklıyorum. Balıkçılar gölün ortasında bugüne kadar hiç kimsenin mangal yakmadığını söylüyorlar. Benim "ilk" olduğum doğru mu acaba? Çocukça bir heyecan kaplıyor içimi.
Aslında balık yörenin beslenme kültüründe pek yer almıyor. Varsa yoksa kaz tandırı. Ardından koyun eti. Tabii ki tadına doyum olmayan hamur işleri: Pişi, mafiş, lalanga, hengel, feselli, katmer... Birçoğunun tadını biliyorum. Düşündükçe ağzım sulanıyor. Hele sütlü çeçil peynirini, kuru fasulyenin yanındaki gımı turşusunu hiç düşünmek istemiyorum.
"Haydi beyler balıklar hazır..." Balıkların kokusu, buzların üstünde kayıp dört bir yana dağılıyor. Her şey iyi hoş da çatalları unutmuşuz. Yanan parmaklarımı hemen buza bastırıyorum. Böylesine lezzetli balığı hiçbir yerde yememiştim. Buzlu su, etleri kütür kütür yapmış. Yengeç, ıstakoz etini andırıyor. Unutulmaz bir ziyafet oldu. Karslı mihmandarımız Doğan, çantasından bir kavanoz bal çıkartıp, bir tabağın içinde karla karıştırıyor. Balığın üstüne ballı kar çok yakışıyormuş meğerse. Bir de kahve olsaydı, keyif bütün olacaktı. Neyse o da eksik kalsın.
Dönüş yolundayız artık. Gözümü Çıldır Gölü’nden alamıyorum. Bağıran, böğüren, konuşan sesli gölü, batan güneş rengarenk menevişlenmiş. Akbaba Dağı’nın ardında yangın var sanki. Tüm gökyüzü kıpkırmızı kesilmiş. Ben, donmuş Çıldır’a aşık oldum galiba. Onun için ayrılmakta zorlanıyorum. Her fırsatta buraya geleceğimi biliyorum artık.
Hoşça kal Çıldır, hoşça kalın buzlu suyun avcıları!