Paylaş
Burada 19 Nisan ile 23 Ağustos arasında güneş hiç batmıyor. Şanslıydık. Tekne kıyıya iyice yanaştığında koca bir kutup ayısını çöpü karıştırırken gördük.
Son 6 ay içinde kilometreleri yuttum adeta. Yolculuklar, Güney Amerika’da, Patagonya’nın en ucundan, Calafate’den başladı. Ötesinde yaşam olmayan ıssız topraklardı buralar. Güney Yarımküre’nin bittiği yer de diyebilirdiniz. Buzulların (Perito Moreno), güzel dağların (Fitz Roy) gökyüzünde dev akbabaların süzüldüğü uçsuz bucaksız topraklardı. Sonraki yolculukta, Amerika’nın en batısının en kuzeyi, biraz da Kanada vardı. Oralarda uç noktalar sayılırdı. En azından çok uzak diyarlardı. Ulaşabilmek için 16-17 saat uçmak gerekiyordu. Medeni, lezzetli, güzel yerlerdi. Orada karşıma katil balinalar çıktı. Görünce şaşırdım, heyecanlandım.
Son yolculuktaki hedef ise Kuzey Kutbu’nun komşusu Svalbard Adası’ydı. Avrupa medeniyetinin bittiği noktaydı burası. Onun da biraz ötesinde yaşam yoktu. Kutup ayılarının hükümranlığındaki buzlar diyarıydı. Bir zamanlar kutup kâşiflerinin son durağıydı. 600 milyon yaşındaki adanın ilk adı olan Spitsbergen “Sivri Dağlar” demekti, bugünkü adı ise “Soğuk Koylar” anlamını taşıyordu. Her ikisi de bu ıssız toprakları doğru tanımlıyorlardı.
Svalbard’ın da yolu diğerleri gibi uzundu. Önce Norveç’in başkenti Oslo’ya uçtum. Yolculuk dört saat sürdü. Ardından bir dört saat daha uçunca, kendimi Svalbard takımadalarının başkenti Longyearbyen’de buldum. Buraya kasaba desem daha doğru olurdu. Çünkü, ölçekleri o kadar küçüktü ki!
Adayı anlatmaya, havadan, uçak penceresine yansıyan görüntülerle başlamalıyım. Önce, parmak parmak gökyüzüne uzanan dağları gördüm. Güneydekiler kara renkliydi. Kutba bakan taraflar ise bembeyazdı. Pırıltılara bakılırsa, bu beyazlık kardan değil buzdan yansıyordu. Dağların arasından ise masmavi, asırlık, büyüleyen buzullar denize doğru dil uzatıyorlardı. Dağlar ve buzullar insanlara pek yer bırakmamıştı. Sonradan okuyup öğrendim ki: Adaların ancak yüzde 13’lük bölümü yaşamaya elverişliydi, yüzde 27’si sivri zirveli dağlarla kaplı, yüzde 60’ı da buzullarla örtülmüştü.
Uçak inmek için daireler çizerken, Kuzey Kutbu’nu görebilmek için ufka doğru baktım. Bunun nafile bir bakış olduğunu biliyordum.
Gecesi olmayan gündüzler
Heyecanlıydım. İlk kez bu kadar kuzeye çıkıyordum. Alaska’da, Kutup Dairesi’ni geçmiştim ama Svalbart çok çok daha kuzeydeydi.
Adaya ayak bastığımda, Ağustos’un ilk haftasıydı ve soğuktan titriyordum. Hava pırıl pırıl güneşliydi ama Kutuptan kopup gelen, buzulları okşaya okşaya soğuyan rüzgâr, yüzümü bıçak gibi kesiyordu adeta. Tıka basa kaz tüyü doldurulmuş anorağım bile, rüzgârın soğuğunun kemiklerime işlemesine mâni olamıyordu.
Otele giderken zamanı karıştırdım. Saatim geceyarısını gösteriyordu ama güneş tepede ısrarla parlamasını sürdürüyordu. Gece yarısı güneşinin yabancısı değidim. Norveç’e daha önceki gelişlerimde, sabaha karşı sığınacak gölge aradığım çok olmuştu. Svalbart’da, 19 Nisan ile 23 Ağustos arasında güneş hiç batmıyordu. Çok seviyordum bu sonu gelmeyen gündüzleri. Daha uzun yaşadığımı hissediyordum. Acıkmıyordum, uykum gelmiyordu, hep gökyüzüne, dağlara, denize bakıyordum.
Tabii gecesi olmayan günlerin bir de gündüzü olmayan geceleri vardı. 28 Ekim ile 14 şubat arasında ise güneş yüzünü hiç göstermiyordu. Ben o günleri yaşamadım ama yaşayanlar anlattı: O günlerin sabahı yokmuş. Her yer karla kaplı oluyormuş. Kardan yansıyan ay ışığı, gökyüzünü gümüşi bir aydınlığa boyuyormuş. O günlerde gökyüzünde renkli bir âlem oluyormuş. Kutuplardan kopup gelen yeşil ışıklar, sihirli danslarla seyredenleri büyülüyormuş. Karanlık gündüzlerde, Ren geyiği kürklerine bürünerek köpeklerin çektiği kızaklarda gezinmeye doyum olmuyormuş.Karanlık günler işte bu kadar güzelmiş. Ben anlatanların yalancısıyım. O karanlık günleri görmek için bir kez daha bu uzak adaya gelmeye karar verdim.
Otele giderken ilk ağızda gördüklerimi şöyle sıralayabilirim: Evlerin hiç birinin temeli yoktu. Yani hepsi prefabrikti. Rengârenk boyanmıştı. Karlar akıp gitsin diye sivri çatılıydı. Adada hiçbir binanın temeli yoktu aslında. Bazı işyerleri büyük çadırların içinde işlerini yürütüyorlardı. Yani şehir bir günde sökülüp, götürülebilirdi.
Her evin önünde birkaç kar motosikleti park etmişti. Kış aylarında ulaşım sadece bunlarla sağlanabiliyordu. Dağların yükseklerinde, kömür madenlerinin girişleri yer alıyordu. Burada dağlar kömür doluydu. Bazı tepelerin üstünde ise dev radarlar, gözlem evleri yer alıyordu. Bu radarlar uzayı karış karış tarıyorlardı.
Onca uzaklığına rağmen adada bir kaç lokanta, birkaç otel, bar ve kahve vardı. Yaşamın neşelendiği yerlerdi buralar. Kentin sakinlerinin bir bölümü madenlerde çalışan işçiler, diğer bölümü de dünyanın dört bir yanından gelen araştırmacılardı. Svalbard’da hayat nispeten ucuzdu. Çünkü vergi yoktu. Adaya her şey anakaradan geliyordu. Çünkü burada hayvan, sebze yetişmiyor, koruma altında olduğu için balık da yakalanamıyordu. Sadece yazın, karlar kalkınca buzlu topraklar karayosunu, liken, yabani çiğdem ile süsleniyordu.
Otelimdeki odanın küçük penceresinden manzaraya dalıp gitmiştim. Karşıdaki dağın eteğindeki mezarlığa bakıyordum. Tam 15 tane beyaz haç dikmişlerdi. Maden işçiler miydi acaba bu mezarlığın sakinleri? Uyumak için yatağa uzandığımda saat geceyarısını çoktan geçmişti. İnatçı güneşin önünü kesmek için kalın perdeleri çektim.
Ertesi gün, adaya gelen tüm turistlerin yaptığı gibi kızak turuna çıktım. Kızakları çekecek köpekler kentin uzağındaydı. Yaz aylarında tekerlekli kızaklar devreye giriyordu. Kızakçıbaşı, neyin nasıl yapılacağını öğretti. Gözüme kestirdiğim en babayiğit 6 köpeği, kızağın önüne bağlayıp yola çıktım.
Bu yolculuktan çok hoşlandığımı söyleyemem. Çünkü birkaç yıl önce Finlandiya’da, eksi 40 derecede, diz boyu karla kaplı orman yollarında, gerçek kızakla gitmenin keyfini burada bulamamıştım. Günün ikinci bölümünde yine bir turistik geziye çıktım. Bindiğim tekne, kıyı kıyı adaları gezdirdi. Buzulların önünde fotoğraf çektim, uçurumlara yuva yapan kırmızı gagalı kuşları, kutup martılarını, karatavukları izledim, balina görürüm umuduyla uzaklara baktım. Aslında bu takımadalar balinaların yolu üstündeydi. Balina avcıları buradan denize açılırlardı. Bu avcıların en acımasızları ise Danimarkalılar olmuştu. Çünkü onlar tam 60 bin balinayı katletmişlerdi.
Danimarkalı avcılar balinaların kökünü kuruturken, Rus kürk avcıları, geyiklerin, kutup tilkilerinin, fokların, kutup ayılarının peşine düşmüşlerdi. Yani o zamanlar hem deniz hem kara, kan revan içindeydi.
Kışın dünyayla ilişkileri kesiliyor
Gemi, önünde paslı vinç duran bir iskeleye yanaştı. İskeleye bakan binalar, terk edilmiş, camı penceresi kırılmış, elektrik direkleri yana yatmıştı. Biraz ötede ise yüksek binalar görünüyordu. Uzun paltolu, kalpaklı, omuzunda tüfek olan birisi iskeleye gelip, halatın bağlanmasına yardımcı oldu.
Gemiden indik, silahlı adam kendini tanıtıp geldiğimiz yeri anlattı. Burası Piramid adlı bir kömür madeni kasabasıydı. 1945’te buraya yerleşen 2000 Rus madenci, milyonlarca ton kömürü Rusya’ya göndermişti. Madenler, Sovyetler Birliği dağılınca kapanmış, madenciler de evlerine dönmüştü. Piramid kasabası şimdi 15 kişinin yaşadığı, hayalet bir şehirdi.
Tüfekli iki koruma eşliğinde ıssız sokakları gezdik. Hastanenin, tiyatronun, sinemanın, kültürevinin kapılarına kilit vurulmuştu. Lenin heykeli ise hâlâ kasabaya tepeden bakmayı sürdürüyordu. Bir tek otelin kapıları açıktı. Burada yaşayan 15 kişi de bu otelin geliriyle geçiniyorlardı. Ayda bir gelen helikopter, yiyeceği, mektupları en önemlisi votka şişelerini getiriyordu. Kışın bütün dünya ile ilişkileri kesiliyordu.
Gemiye döndüğümüzde, kıç taraftan ızgara kokuları geliyordu. Mangalın üstüne balina eti ve somon dilimleri dizilmişti. Singapurlu gemiciler sanırım bu işin acemisiydiler. Çünkü güzelim balina dilimlerini ve somonları kurutmuşlardı. Keşke zamanında olaya el koysaydım diye hayıflandım.
Sonra kıyı kıyı giderek, kutup ayısı aradık. Şansımız varmış, bir tanesini, terk edilmiş bir kulübenin çöplerini karıştırırken gördük. Longyearbyen’in en eski lokantasında yemeğimi yedikten sonra odama çekildiğimde vakit yine akıp gitmişti. Pencerenin önünde, Aquavit’i yudumlayarak geceyarısı güneşine daldım gittim.
Son günümde “Nuh’un Ambarı”na uğradım. Dağın derinliklerinde yer alan bu ambarda, dünyadaki milyonlarca bitkinin tohumu saklanıyordu. Bir “yok oluş” sonrasında bu tohumlar dünyaya yeniden can katacaktı. Daracık beton kapının önünden bir türlü ayrılmak istemedim. Dünyanın geleceğini garanti altına alan bu çok özel ambardan çok etkilenmiştim.
Beni Oslo’ya götürecek uçak sabaha karşı kalktı. Aşağıdaki yalnız ve vahşi topraklara bakarken karmaşık duygular içindeydim. Dönüşlerimde kendime sorduğum soruyu yine sordum: “Burada yaşayabilir miyim?” Cevabını veremedim. İçime oturan hüznün nedenini de tarif edemedim.
Buzlu diyarın kralları
Kutup ayıları, buzlu diyarın simgeleriydi. Oldukça heybetli hayvanlardı. Erkeklerin boyu üç metereyi buluyordu. 800 kilo ağırlığında beyaz devlerdi bunlar. Hatta bir ton gelen birkaç obez kutup ayısı da görülmüştü.
Koklama ve duyma duyuları müthis gelişmişti. Kilometrelerce öteden, yarım metre buzun altında hareket eden fok balıklarının sesini duyabiliyor, yerini tespit ediyor ve ön ayak darbeleri ile o kalın buzu kırıp avı yakalıyorlardı. Kutupta kıpırdayan her şey onun beslenme mönüsünde yer alıyordu. Çok aç kaldıklarında martı yumurtalarına bile razı oluyorlardı.
Svalbard gezim sırasında işte bu beyaz devin peşine düştüm. Bindiğim tekne, saatlerce kıyı kıyı onu aradı. Yaz aylarında buzlar eriyince, kutup ayıları yerleşim yerlerine yaklaşıyorlardı. Onun için kentten uzaklaşırken, belediyeye gidip tüfek almak zorunluluğu vardı. Kentin hemen dışında omzunda tüfekle çocuğunun arabasını iten annelere, tüfekle bisiklet kullananlara, yine omuzlarında tüfekle koşu yapanlara rastlamak olağandı.
Kuzeyin sessizliğine alışık olan beyaz dev, gürültüden çok rahatsız oluyordu. Onun için tüfek taşıyanlara, arada belli bir mesafe kalıncaya kadar hayvana değil de havaya ateş etmeleri tembih ediliyordu. Bu kurala uymayanlara hapis cezası veriliyordu.
Ayılar bir de biber gazından çok etkileniyorlardı. Onun kokusunu duyar duymaz kaçıyorlardı. Demek ki, İstanbul onlara göre bir yer değildi. Bir yanda ayyuka çıkan gürültü, öte yanda her tarafa sinmiş biber gazı kokusu ayıları çılgına çevirebilirdi.
Uzun aramadan sonra kaptan kıyıda bir kulübeyi işaret etti. Tekne kıyıya iyice yanaştı. Koca bir kutup ayısı çöpü karıştırıyordu. Tekneyi görünce o da kıyıya yanaştı. Karşılıklı bakıştık. Sonra dönüp tekrar çöpün yanına gitti, karıştırdı, bir şeyler yedi ve yere uzanıp uyumaya başladı. Bekledik ama kral yerinden kalkıp bize poz vermedi.
Çöp karıştıran bir kutup ayısı görmek bende düş kırıklığı yarattı. Bunu hisseden kaptan, “Buna da şükredin. Gelenlerin çoğu bunu da göremeden dönüyor” diye beni teselli etmeye çalıştı.
Paylaş