Paylaş
Bugüne kadar dinlememiş olanlar da dilerlerse bu yazıyı okumaya başlamadan önce youtube’da dinleyebilirler.
Sesinin tınısından “görmüş, geçirmiş” izlenimi veren boğuk bir kadın sesinin okuduğu İtalyanca bir şiir ile başlıyor şarkı.
“Una notte a Napoli. Con la luna ed il mare. Ho in contrato di angelo!”
“Napoli’de bir gece. Ay ve denizle birlikte. Bir melekle karşılaştım!”
Çarşamba gecesi Napoli’deydim, denizden esen rüzgârın getirdiği iyot kokusu burnumdaydı ama ay, yağmur bulutlarının arkasına saklanmış, görünmüyordu. Bir melekle karşılaştın mı diye sormayın hiç, birçoğunu gördüm!
Napoli’ye gelmemin nedeni Ferzan Özpetek’in sahneye koyduğu La Traviata operasının açılış galasına katılmaktı. Sponsor IWC’nin davetlisiydim, zaten başka türlü bilet bulabilmeme de olanak yoktu.
Napoli, dünyanın en eski tiyatro binalarından birisine sahip: Real Teatro San Carlo.
Napoli Kralı 3. Carlo tarafından yaptırılmış ve ilk opera da 1737 yılının kasım ayında sahneye konmuş. O günden beri de ayakta, perdelerini her yıl açıyor.
2013 yılı İtalyan besteci Giuseppe Verdi’nin 200. doğum yıldönümü. Dünyanın dört bir yanında operalar, bu nedenle repertuvarlarına Verdi’nin eserlerini aldılar.
Bunlardan biri de Napoli’deki San Carlo operası. Biz Türkler için önemi ise bir opera ülkesinde Verdi’nin La Traviata’sını sahneye koyan kişinin bir Türk olması.
La Traviata, Alexandre Dumas’ın (oğul) Kamelyalı Kadın romanından yola çıkılarak yazılmış bir opera eseri. 19. yüzyıl Fransa’sında geçiyor.
Tipik bir melodram. “Kortezan” Violetta evinde düzenlediği bir partide burjuva Alfredo ile karşılaşıyor, birbirlerine âşık oluyorlar. Kadının kötü ününden rahatsız olan oğlanın babası araya girip, âşıkları ayırıyor, sonunda kadın verem olup, sevgilisinin kollarında ölüyor!
La Traviata kelimesi de zaten “yoldan çıkmış, kötü yola sapmış kadın” anlamına gelen bir kelime.
Aslına bakarsanız “kortezanlık”, fahişelik ile hiç ilgisi olmayan bir durum ama şimdi burada ayrıntılarına girmeyeyim. İleride belki yeniden döneriz bu konuya da.
Ferzan Özpetek, oyunu sahneye koyarken, Paris’te bir dönem moda olan Türk etkisinden yola çıkmış. Dekorda yer alan perdeler, büyük minderler, nargile, garsonların ellerindeki lokum tepsileri, bakır ibrikler, üzerinde bir hilal olan tepsi kapaklarına kadar Türk etkisi açıkça görülüyor. Zaten giysiler de dahil olmak üzere kullanılan kumaşlar, oyunun sponsoru olan bir Türk’e ait fabrikada (İsminin Yunus Efe olduğunu öğrendim) dokunmuş.
Napoli’deki San Carlo ile Milano’daki La Scala bir anlamda birbirine rakip iki kuruluş.
Birinin “güneyli”, diğerinin “kuzeyli” olmasından kaynaklanan klasik İtalyan rekabeti dışında da bu rekabetin sanatsal açıdan bir anlamı var.
Napoli, Verdi’yi bir Türk’ün sahneye koyduğu eser ile anarken, La Scala bir Wagner operası sergiliyor bu yıl. Onun galası da bu akşam Milano’da yapılacak, arkasında “Milano, Verdi’yi neden anmıyor” tartışmalarıyla.
Bizdeki “Ecdadımız at sırtında mı gezerdi, haremde cariye mi kovalardı” tartışmasından bir hayli farklı zeminde cereyan ediyor tabii.
Ama şu da var ki “ecdadımız” Verdi’ye de meraklıydı.
Ferzan Özpetek’i, Verdi’nin La Traviata’sını sahneye koymaya yönelten etkenlerden biri de bu zaten.
Sultan Abdülhamit, Yıldız Sarayı’nda kendisi için yaptırdığı küçük tiyatroda İtalyan operaları sahneye koydurur, izlermiş. Ben bilmiyordum, Ferzan Özpetek’in söylediğine göre bunun için İtalyanca bile öğrenmiş. Yalnız La Traviata’nın sonunu değiştirtmiş. Kadın veremden ölmüyor, son anda içtiği bir ilaç ile iyileşiyormuş.
“Resmi tarihin” Kızıl Sultan diye anlattığı Abdülhamit’in yufka yürekliliğine mi vermeli bunu bilmiyorum.
Kim bilir, belki de eski Türk filmlerinde verem olan kızın filmin sonunda birden iyileşmesi ya da kör olan adamın gözlerinin aniden açılması böyle bir ulusal hassasiyetten kaynaklanıyordur.
Acaba Ulu Hakan’ın operaya olan bu merakı, günümüz İslamcılarının batılı sahne sanatlarına bakışını değiştirir ve İstanbul’a adam gibi bir opera salonu yapılması için harekete geçirir mi?
Kötü bir opera izleyicisi sayılmam ama bir oyunu seyrettikten sonra “Soprano şöyleydi, sesinin rengi böyleydi, tizlerde çatladı, tenorun ayarı kaçmış” gibi yorumlar yapabilecek kadar da bilgim yok. Ama ben çok zevk aldım.
Yalnız şunu öğrendim ki soprano Carmen Giannattasio için “geleceğin starı” deniliyor ve onu bulup çıkaran ve bu yola yönelten kişi de Leyla Gencer imiş. Ki bir sopranonun sanat yaşamına iki Türk’ün dokunmuş olması da sanırım başlı başına bir “piyango” olmalı!
Bir son not da toplumsal yaşamdaki ritüellerin, geleneklerin önemi hakkında olsun:
O gece galaya gelen kadınların hemen hepsi uzun tuvaletler içindeydi. Erkekler smokin ya da siyah takım elbise giymişlerdi. Havada gözle görülür bir şıklık vardı, etrafta saçı sakalı birbirine girmiş, blucinle dolaşan kimse de yoktu, gösteriyi izleyen gazeteciler dahil!
Bizim ödül törenlerine, düğünlere bile blucin–kazak ile gelen ve bunu “cool davranış” zanneden görgüsüz ünlülerimizi düşünmek yerine, etraftaki şık ve güzel kadınlara bakmayı tercih ettim tabii!
Ne de olsa burası Napoli!
Ne diyordu şarkı: “Quanto tempo puo durare/Quanto notti da sognare/Quante ore, quante giorni?”
“Ne kadar zamanımız var? Kaç gecemiz hayaller için? Kaç saat, kaç gün?”
Paylaş