Sıkılan can iyidir!

SHAKESPEARE, Machbeth’te şöyle bir şey yazmış:

"İsteklerinde olduğu gibi eylem ve cesaretinde de aynı şey olmaktan mı korkuyorsun?"

Tanrı tarafından "güzel şeyler yazmak için seçilmiş" bir insana çok yakışan bir söz.

Ve bunların insan hayatını kolaylaştıran şöyle bir yönü var: Yaşadığın ama kendine bir türlü tarif edemediğin duygularını, düşüncelerini özetleyebiliyor!

Hayat dediğimiz şey de aslında tümüyle bundan ibaret gibi geliyor bana.

Kim söylemişti, hatırlamıyorum ama "Hayat, üzerine planlar yaparken başına gelenlerdir" diye bir söz de var.

Bir tür sarkaç gibi sanki!

Kendi başına kaldığında sınırlarını sadece gökyüzü oluşturabilen hayaller ile yapabilme cesaretini gösterebildiğin şeyler birbiriyle uyumluysa ne álá!

Uyumlu değilse, yandın!

O zaman sarkaç gibi bir o yana, bir bu yana savrulursun, kimse de elini uzatıp seni oradan çıkartamaz.

Foucault’un sarkacı denen şey, kitaplarda ne yazarsa yazsın aslında budur.

Dünya döner ve sen isteklerin ile yapabildiklerin arasında gider gelirsin.

Marifet, bu sarkacı bir yerde tutup durdurabilmekle ilgilidir.

Gerçi "doğal gerilim nedeniyle" onu tutup durdurabilmek o kadar kolay değildir ama filmlerde, romanlarda pekálá yapılabildiğini de görüyoruz.

Gerçek hayatta ise az sayıda insan var bunu yapabilen.

Yapma becerisinin, onu isteme cesaretinde gizli olduğunu bilebilen az sayıda insan!

Bu güzel cumartesi gününde canınızı sıkmak istemem ama unutmayın ki "sıkılmak" harekete geçmek için en iyi müşevviktir.

Ama kimi zaman da "sıkılmak", sıradan yaşamlarımızın vidalarının iyice sağlamlaştırılması anlamına gelir ki bu durumda sizin için yapabileceğim tek şey üzülmektir!

Hayatta her şeyin bir bedeli vardır

UMBERTO Eco, "Foucault’un Sarkacı" isimli romanında gizli bir ayine tanıklık eden roman kahramanının kaçışını tasvir edebilmek için olayın geçtiği yere gitmiş.

Eline aldığı bir ses kayıt cihazına da o kaçış anında yaşadıklarını anlatmış.

Bilim adamı ve yazar arkadaşım Hasan Bülent Kahraman ve reklamcı-şair arkadaşım Mehmet Kök ile birlikte böyle bir maceram var.

Saint Petersburg’a gidiş amacımız da zaten buydu.

Dostoyevski’nin "Suç ve Ceza"daki kahramanı Raskolnikov’un cinayeti işlediği adresi bulduk.

Saati bekledik ve tıpkı Raskolnikov gibi (ama herhangi bir cinayet işlemeden) koşarak oradan uzaklaşıp, nazlı kıpırtılarla akan Neva’nın üzerindeki köprüden geçtik ve geriye baktık.

Petersburg’a "aziz" unvanının verilmesini haklı çıkaran bir manzara vardı. Tepemizde gümüş bir siniyi andıran ay gölgeleri uzatıyor, karanlıkları vurguluyor, şeffaf tenli kızların daha da güzel görünmelerine neden oluyordu.

Üzerinden yaklaşık bir on yıl geçmiş bu maceramı anlatmamın nedeni, bu köşedeki diğer bir yazıda Foucault’un Sarkacı’ndan söz etmem oldu.

Ve elbette, hayatta yaptığınız her şeyin bir karşılığı olduğunu da hatırlamanızı istedim.

Suç, asla cezasız kalmaz ve insan yaptıklarının bedelini önce ya da sonra ödemek durumunda kalır.

Suç derken elbette kriminal bir konudan söz etmiyorum. CSI’nın müdahil olmasını gerektiren bir durum değil yani.

Hayatımızı şekillendirmeye çalışırken yaptıklarımıza gönderme yapmak amacım.

"Bedelleri ödemeyi göze alamıyorsanız, oturun oturduğunuz yerde" demek istiyorum.

"Sıkılan can iyidir" başlıklı yazıyı yazdıktan sonra böyle bir uyarıda bulunmayı da bir insanlık görevi olarak görüyorum! :)

Acıdan geçmeyen şarkılar eksik mi?

YAZ başında karayoluyla Denizli’den Fethiye’ye gittim.Aslına bakarsanız aklımda böyle bir şey de yoktu. Ama insan dört tane yatılı okul arkadaşını bulduğu zaman ne yolun garipliğinin önemi kalıyor, ne de gerekliliği.

Denizli’de bir öğle vakti güneşin altında eski günleri hatırlayınca da hiçbir şey şişedeki gibi durmuyor doğal olarak.

Serinhisar yakınlarında bunu fark ettiğimiz için kamu düzenini bozmamak düşüncesiyle ıssızlığın ortasında mola verdik. (Hayır, otomobili ben kullanmıyordum!)

Rüzgár uzaklardan bir yerden köpek havlamalarını taşıyordu. Bir ahlat ağacına sırtımı verip göğü delmek ister gibi uzanmaya çalışan dağları seyrederken dilimde çok da eski olmayan bir şarkı vardı:

"Gurbete giden döner mi dönmez mi belli değil, bilirim / Ben bir karaağaç gölgesi buldum cebimde ümitlerim!"

Orada otururken en çok sevilen Türk şarkılarının neden hep hüzünlü olduğunu merak ettim.

"Acaba bizler acı çekmeden yaratıcılığını ortaya koyamayan bir ulus muyuz" diye sordum kendime.

Bu yazıyı yazarken de aklımdan "neşeli" şarkılar, türküler geçirmeye çalışıyorum ama en neşelisinde bile bir örtülü hüzün olduğunu görüyorum.

Belki de sonbahar yaklaştığı için böyle bir ruh durumundayım.

Belki de yeterince acı çekmeden şarkıların ruhuna nüfuz edemiyoruz, seçici algımız da şarkıların sadece o yönlerini hatırlamamıza neden oluyor.

Kim bilir?
Yazarın Tüm Yazıları