BUGÜNKÜ gibi uydu destekli elektronik yön bulma aygıtlarının olmadığı tarihlerde insanlar yollarını, yönlerini "her zaman orada olan" gök cisimlerine bakarak bulurlardı.
Güneş, Ay ve Kuzey Yıldızı... Bunların hareketlerini bilen, dilinden anlayan bir insan için ne denizde kaybolmak söz konusu olurdu, ne çölde kendi izinin etrafında dönüp durmak.
Yaşam, buna göre planlanır, buna göre izlenirdi.
Biraz da bu yüzden bir kadına áşık olmayı, eski tarihlerde yaşayan insanların Güneş, Ay ve Kuzey Yıldızı’na bağlı olmalarına benzetirim.
Öyle bir ilişkidir bu çünkü.
Yaşamınızı ona göre planlar, onun işaret ettiği yönde hareket etmeye çalışırsınız.
Hayatınızın merkezinde öyle bir çekim gücü oluşturur ki o olmadan yönünüzü bulamazsınız.
O olmazsa, büyük bir boşluğun içine düşer, şaşkın şaşkın etrafınıza bakar, kalırsınız.
Güneşiniz yoktur ki önünüzü aydınlatsın, ayınız yoktur ki havanın nasıl olabileceğini bilip, tedbirinizi alabilesiniz, kuzey yıldızınız yoktur ki yönünüzü bulabilesiniz.
Bunu bütün áşıklar iyi bilir.
O çok özel kadının bir gülüşü, gamzesinin bir kıvrımı, saçının küçük bir dalgalanması, omuzlarının naif silkinişi áşığın dünya üzerindeki konumunu belirler.
O olmadığı zaman anlarsınız, yokluğunun ne anlama geldiğini.
Fransız düşünür ve yazar Gorz’un, 82 yaşındaki eşini öldürdükten sonra intihar ettiğini gazetelerdeki haberlerde okumuş olmalısınız.
İlk bakışta bir üçüncü sayfa haberi gibi görünüyor.
Ama üçüncü sayfa cinayetlerinden çok daha derin, çok daha etkileyici bir öyküsü var bu cinayet ve intiharın.
Gorz’un 58 yıllık eşi Dorine, uzun süren ölümcül bir hastalığa yakalanmıştı. Onun daha fazla acı çekmesine gönlü razı olmayan Gorz, eşini öldürmekten başka bir çare bulamadı.
Onsuz yaşayacağı hayatın anlamsız olacağını düşündüğü için kendisini öldürmekten de çekinmedi.
Bu olaydan hemen önce, Gorz, Dorine’e, ona olan aşkını anlattığı oldukça uzun mektup yazdı.
Bu mektup, "D’ye mektup: Bir aşkın hikáyesi" isimli bir kitap olarak yayımlandı ve şu anda Fransa’da en çok satanlar listesinde.
Mektupta şöyle bir bölüm var: "Yakında 82 yaşında olacaksın. Boyun 6 santim kısaldı ve 45 kiloya kadar düştün. Ancak hálá güzelsin, zarifsin ve arzulanıyorsun. Birlikte yaşadığımız 58 yıl geride kaldı ve ben seni her zamankinden daha çok seviyorum. İçimde, göğsümün kovuğunda, sadece senin sıcak bedeninin benimkine dokunmasıyla doldurulabilecek, yiyip bitirici bir boşluk taşıyorum."
Bu son cümle, Gorz’un neden intihar ettiğini de açıklıyor.
Tamamen yitirilen bir sevgilinin ardından asla doldurulamayacak bir boşlukla yaşayabilmek belli ki ona imkánsız bir durum olarak görünmüş.
Gorz, güneşini, ayını, kuzey yıldızını kaybettiğinde içindeki boşlukta yolunu bulamayacağını iyi biliyormuş.
O güzel başın bir daha omzuna yaslanamayacağını anlayınca, bir insanın yaşamı boyunca üstlenebileceği en büyük sorumluluğa da sırtını çevirememiş.
"Aşkın ömrü üç yıldır, yok hayır beş yıldır" tartışmaları yapanlara da 58 yıl süren bu muazzam aşk, "kapak olsun"!
Rodos’ta bir bayram sabahı
GEÇTİĞİMİZ yaz, güzel bir gecede Rodos’ta aklımıza düşen bir fikri takip ettik ve Şeker Bayramı namazını Rodos’taki İbrahim Paşa Camii’nde kıldık.
İbrahim Paşa, Kanuni’nin damadı ve Rodos’ta iki cami yaptırmış. Biri Süleymaniye (ki şu anda restorasyon nedeniyle kapalı, ama restorasyon da önümüzdeki 500 yıl içinde bitecek sanırım), diğeri ise Rodos’taki tek açık cami, kendi adıyla anılıyor.
Dün sabah çoğunluğu Rodoslu Türk olan cemaatle İbrahim Paşa Camii’nin son derece mütevazı dekorunda namazı beklerken, bir ülkede azınlık olmanın nasıl bir duygu olduğunu hissetmeye çalıştım.
Yanıtımı da namaz çıkışı, hep birlikte Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesi’ne bayramlaşmaya giderken aldım. Rodos Müftüsü, cami avlusundaki kalabalığa döndü ve uzun yolu göstererek şöyle dedi: "Şuradan dolanalım da herkes görsün kalabalığımızı!"
Cami’deki namazın benim için en ilginç yönü Rodoslu Türklerin, kadın, erkek, çocuk namaza katılmalarıydı.
Bizim ülkemizde hiç görmediğim bir durumdu. Ayrıca camiye gelen kadınlar ve genç kızlar içinde sadece bir tek türbanlı olduğunu da söyleyeyim!
Camide önümde namaz kılan 9-10 yaşındaki çocukların kıkır kıkır gülmeleri ise beni çocukluğuma geri götürdü. Camide gülmenin çocuklar arasında nasıl bulaşıcı olduğunu yeniden hatırladım.
1793’te yaptırılan Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesi’nde Rodos’taki Türklerin neredeyse tümü vardı. Herkes birbirine iyi bayramlar diledi, çikolata, meyve suyu ikram edildi.
Bir bayram sabahını, bize güzel bir geçmişi hatırlatan, eski anıları canlandıran Rodos’ta geçirmek hoş bir duyguydu.