Paylaş
Muhteşem Yüzyıl dizisiyle bir kez daha hepimiz öğrendik ki Hürrem Sultan, aslında Roksolana adını taşıyan Ukrayna kökenli bir Slav köle idi. Oleksandra Lisovska, Kırım Tatarları tarafından kaçırılıp, İstanbul’da bir köle pazarında saraya satılınca kaderi değişti. Kiev’de aldığım Awesome Ukraine isimli kitapta da ondan söz edilirken, Muhteşem Yüzyıl’dan alınmış fotoğraflarla tanıtılıyor.
Ukrayna kökenli olup da “kral–padişah doğuran” tek kadın Hürrem Sultan değil.
Fransa’da Kievli Anna olarak tanınan, Anna Yaroslavna da benzer bir kaderi, bu kez doğuda değil batıda yaşamış.
Fransa Kralı 1. Henri’nin eşi olarak Fransa’nın altıncı kraliçesi olmuş, tıpkı Hürrem’in Selim’i tahta geçirdiği gibi oğlu Philip’in Fransa Kralı olduğunu da görmüş. O daha şanslıymış, tarihe “30 Kralın büyük büyük annesi” olarak geçmiş bulunuyor. Bu iki kadının güzellikleri ve zekâlarıyla çizilen kaderlerine özenen çok sayıda Ukraynalı kadın olduğu da bir sır değil, hâlâ onlardan övgüyle söz edildiğine göre! Ama artık krallar, padişahlar yok. Onların yerini cebi dolu turistler almış ve Kiev bir seks turizmi cennetine dönüşmüş. Çıplak protestocu grup Femen de bununla mücadele için kurulmuş, yaptıkları eylemleri artık dünyada herkes biliyor. Ukrayna’nın, sahip olduğu bunca zenginliğe rağmen bir türlü kötü kaderini yenememiş olmasının bir sonucu bu. Bu ülke, bilgisayar oyunlarındaki hayali ülkeler gibi her şeye sahip. Muazzam tarım alanları, maden yatakları, sanayisi ve çok iyi eğitilmiş genç nüfusu ile Avrupa’nın en zengin ülkelerinden birisi olma potansiyelini bir türlü gerçeğe dönüştürebilmiş değil. Demokrasisini geliştirip bir hukuk devleti olmayı başaramamış olması, ülkedeki potansiyeli harekete geçirecek yatırımların bu ülkeye yönelmesinin önündeki en büyük engel.
Mafya deyim yerindeyse ülkenin her hücresine hâkim ve hukuksuzluk kendi hukukunu yaratmış, gücü gücü yetene düzeni kurulmuş. Arada olan da masum insanlara, gencecik kadınlara oluyor!
Konu Slav kadınlarının güzelliklerinden açılınca hemen her zaman aynı şeyi duyuyorum: Çok erken çöküyorlar!
Bunun dünyanın diğer yerlerinde yaşayan kadınların ve erkeklerin uydurduğu bir “kendi kendini rahatlatma çabası” olduğunu düşünürüm. Çünkü bunu sadece
Türkiye’de değil, başka yerlerde başka insanlardan da duydum!
İçimden yükselen “Olsun, hiç olmazsa gençken hepinizden daha güzeller” demek de gelir ama bu isteğimi bastırırım.
Bunun nedenini sanırım soğuk iklimin neden olduğu beslenme alışkanlıklarında aramak gerek. Hem seçenek sınırlı hem de soğuktan korunmak için yağlı yemek gerekiyor.
Eğer hakkıyla pişirildiyse, çatalı batırdığınızda üstünüze erimiş tereyağı fışkırtan bir tavuk Kievski yerseniz ne demek istediğimi daha iyi anlatabilirim. Ya da neredeyse her şeyin içine sızan mayonezi düşünün, salataları bile kalori bombası adeta.
Lahana, patates, pancar, havuç gibi kışın kolaylıkla bulunan sebzelerle pişirilen “borç” çorbasının içinde bile bir kaşık taze krema olmazsa olmaz. Bizim mantının yoğurtsuz yenilen ikiz kardeşi “varenikiy” de unutulmamalı ki Ukrayna folklorunda önemli bir yere sahiptir, ziyafetler bunsuz olmaz. Ama en dehşet vericisi “salo”dur ki, benim gibi gittiği yerlerde her şeyi tatma meraklısı bile kolayca deneyemez. “Salo”, tuzlanmış domuz iç yağıdır, votkayla iyi gittiği söylenir ama o bembeyaz yağ topağına çatalımı uzatma cesaretini hiç gösteremedim.
Ve şunu da söylemeliyim ki Ukraynalıların bu yağ topağını yeme geleneğini geliştirmiş olmalarının sorumlusu biz Türkleriz. Akıncıların kuşattığı kalelerde hayatta kalabilmenin yolu olarak icat edilmiş ve o günden beri de Fransızların “kaz ciğeri patesi” ne ise, “salo” da Ukraynalılar için o anlama geliyor. Bir diğer “milli yemek” mısır unu, tuz, ekşi krema ve taze kaymak ile pişirilen “banoş”tur. Bunları yiyen, votka ve biraya gönül vermiş insanlar yaşlandıkça şişmanlayıp, obezleşmesin de ne yapsın?
Dünya yüzünde bir şehre “yeşil” unvanı verilecekse, bunu hak edecek ender kentlerden biri de Kiev’dir. Kent adeta bir ormanın içinde yaşar, Dinyeper Nehri’nin suladığı verimli ovaya hâkim bir tepede kurulmuştur. Kentin sembolü atkestanesi çiçeğidir ki zaten kentin sokakları, caddeleri de tamamen bu ağaçların gölgesinde kalır. Müzeleri, görkemli dini yapıları, herkese hitap etmeyebilecek eğlence hayatıyla Kiev, İstanbul’a iki saat mesafede bir cennet. Bir uzun hafta sonu tatili için gidecek bir yer arıyorsanız, öneririm.
Umudum cennetten!
BİR pazartesi daha aynı soruları soracağım. Monotonlaşmayı önlemek ve hep aynı soruları okumak zorunda kaldığı için sıkılan okuyucuları mutlu etmek amacıyla yeni bir meslek de geliştirdim, biliyorsunuz. Buna “DJ–yazar” diyorum ki bu haftaki şarkımız Ahmet Enes’ten, Cennet! Youtube’da var, oradan da dinleyebilirsiniz. Şarkının bir yerinde “olmadı diye oturup ağlayamam” da deniliyor ki benim durumuma uyuyor. Sorulara yanıt gelmiyor diye oturup ağlayacak halim yok, soruların muhatapları düşünsün bunu. Ve şarkı “umudum cennetten” diye de bitiyor ki bu dünyada verilmeyen hesapların, öbür dünyada verileceğine ilişkin bir gönderme de içeriyor. Tabii dinlemesini bilenlere!
Soru: KPSS sorularını çalıp, Türkiye çapında belirlenmiş kişilere önceden dağıtan organize suç örgütü neden hâlâ ortaya çıkarılamadı? Bu suç örgütünü koruyan nefesi kuvvetli birileri mi var, yoksa MİT, Emniyet ve Savcılık, bu örgütün ortaya çıkarılmasının doğuracağı sonuçlardan mı korkuyor?
Soru: Bülent Arınç’a, TBMM Başkanı olduğu dönemde yapılacağı iddia edilen ve günlerce Türkiye’yi meşgul eden, hepimizi diken üstünde oturtan “suikast” meselesi ne oldu? Hani suikast planı yapanlar yakalanmışlardı, ellerindeki krokileri yutmaya çalışırlarken kroki boğazlarından polis marifetiyle çıkarılmıştı, hani her şey ortadaydı? Deliller o kadar güçlüydü ki mahkeme, ordunun kozmik odasının aranması için izin bile vermişti. Soruşturma ne âlemde? Yoksa bu hepimizi kandırmak için uydurulmuş bir palavra mıydı?
Soru: Suudi Arabistan Kralı’nın hediyeleri ne oldu? Kral, ziyaret ettiği ülkelerin devlet yöneticilerinin eşlerine pahalı mücevherler armağan ediyor. Kral’ın ziyaretinden sonra, yasal süre için de ki bu 15 gündür, bu hediyelerin beyan edilmediğini biliyoruz. Kralın hediyeleri ne oldu? Neden zamanında beyan edilmedi? Neden hediyeler kanunda yazdığı gibi Hazine’ye devredilmedi?
Paylaş