Paylaş
Şimdi sinirlenen okuyucular vardır eminim, “Memleket elden gidiyor ne Sherlock’u” diye ama Bodrum’dayım, hava şahane ve siyaset konuşmak istemiyorum.
Neyse, o filmdeki Sherlock’u hiç sevmedim. Problemleri zekâsıyla çözmek yerine, yumruklarına güvenen bir tip yaratılmış ki ayıp etmişler Sir Conan Doyle’a.
İki ayda bir yayınlanan polisiye dergisi 221B’nin son sayısı, Sherlock Holmes’a ayrılmış.
Dergide Sherlock Holmes ile ilgili hepsi çok ilginç birçok yazı var. Bunlardan bir tanesi, Sultan 2. Abdülhamid’in Sherlock Holmes merakı ile ilgili.
Abdülhamid, Sherlock’a bayılırmış ve her yeni yayınlanan öyküsü, anında Türkiye’ye getirilip Abdülhamid için özel olarak çevrilirmiş.
Hatta zamanın İstanbul’daki İngiltere Büyükelçisi, kitapları erkenden getirtir, kendi ilginç bulduklarının üzerine kurşunkalemle çarpı işareti koyar, önce onların çevirtilmesini sağlarmış.
2. Abdülhamid’in “fahri yaveri” olan İngiliz Amirali Sir Henry F. Woods, anılarında Padişah’ın, Sherlock’un yaratıcısı Conan Doyle ile nasıl tanıştığını da şöyle anlatıyor:
“Polisiye öykülerden, özellikle Sir Conan Doyle’un yazdıklarından çok hoşlanırdı. Birkaç yıl önce Sherlock Holmes dizisinin yaratıcısı, karısıyla birlikte İstanbul’a gelmişti. Benim de katıldığım Selamlık töreninde, Abdülhamid, Conan Doyle’a Mecidiye Nişanı takmıştı.”
Doyle’un karısına da bir Şefkat Nişanı uygun görülmüş, Padişah tarafından.
“Ulu Hakan”, Doyle’u kabulü sırasında öykülerini çok beğendiğini, ama romanlarında çok geriye dönüşler olduğu için biraz ağır ritmli bulduğunu da söylemiş. Tercihan uzun öyküler yazmasını tavsiye etmiş.
Çok gururlu olan Doyle’un bu tavsiyelere alınganlık gösterdiği de bir başka ayrıntı.
Erol Üyepazarcı’nın bu ilginç makalesini okurken şöyle düşündüm:
Acaba, Sultan Abdülhamid, polisiye öykülere bu kadar meraklı olmasaydı kendisine bir hafiye ordusu kurar mıydı?
Belli ki zihni, komplolar, cinayetler, üstü hilelerle örtülen suçlarla o kadar doluymuş ki bu durum ülkemizin siyasi tarihine bir de bu hafiyeler/jurnaller sayfası eklemesine yol açmış.
Sultan Abdülhamid, polisiye romanlara bu kadar meraklı olmasaydı da mesela aşk romanlarını tercih etseydi, acaba siyasi olaylar ne yönde gelişirdi?
Buna verilecek bir yanıtım yok ama şunu söylemeliyim ki aslına bakarsanız aşk romanları olmasaydı, aşk bilinemezdi diye bir tezim var.
27 Nisan 2002 tarihli Milliyet’te bu konuyla ilgili bir yazı yazmıştım.
Şimdi siz bunu okurken, ben de izninizle deniz kenarında bir uzun yürüyüşe çıkacağım. Güneş içimi ısıtır, denizden gelen serin esinti saçlarımın arasında dolaşırken, siyaset konuşmaktan çok daha mutlu olacağıma eminim.
Buyurun işte o yazı burada:
***
La Rochefoucauld, aşk romanları olmasa aşkın bilinemeyeceğini söylüyor.
Bunu şiir ve çağımızın en önemli sanatı sinema için de söyleyebiliriz.
İnsan ruhunu kavramaya ve anlatmaya çalışan sanat ürünleri olmasaydı, saf aşkın ne olduğunu, ne olması gerektiğini hiçbir zaman bilemeyecektik. Gazetedeki arkadaşlarımdan birisi geçen hafta yazdığım Anna Karenina ile ilgili yazıdan sonra bana şöyle dedi:
“Eski romanları okuyunca kafam karışıyor. Sadece benim değil, bütün kızların kafası karışıyor. Romanlarda anlatılan aşklar, gerçek hayattakine hiç benzemiyor. Romanlardaki duyarlı erkeklerin hiçbirisi gerçek hayatta yok. Pembe dizilerdeki aşklar da öyle. Bütün gün dizilerdeki romantik erkekleri izleyen kadınlar, akşam olup da gerçek erkekleriyle karşılaştıklarında hayal kırıklığına uğruyorlar. Acaba en doğrusu bu romanları hiç okumamak mı diye düşünüyorum.”
Günlük yaşamın sıradan olaylarını, diğer sıradan olaylardan ayırmak ve onu anıtsallaştırmak sanatın başladığı nokta oluyor. Romanlarda yapılmaya çalışılan da budur. “Roman gerçeği” ile “gerçek hayat gerçeği”nin farklılığının nedeni de bu.
“Yabani insan” ile günümüzün modern insanını ayıran temel şey bizim dışımızdaki evreni kendi bakış açımıza göre düzenlememizdir. Yabani insanın bir “görüşü” yoktu. O doğar, büyür, avlanır, yer, içer, üredikten sonra yaşlanır ve ölürdü.
Ne zaman ki Atina diye bir yerde zeytin gölgeliklerinde, mermer sütunlarla çevrilmiş verandalarda bazı insanlar yaşamın özü üzerine sorular sormaya başladılar, işte o zaman her şey değişti.
Felsefe ve bilim dünya yüzüne geldi.
Sorulan sorulara verilen her yanıt, yeni bir sorunun da sorulmasıyla sonuçlandı. İnsan gerçek yaşamının dışına çıktı ve “ideal” olanın ne olduğunu anlamaya çalıştı.
Evrenin kendine özgü düzeni (ilahi düzeni de diyebilirsiniz) insanı var olanın, gerçeğin içinde tutsak eder. Bunun dışına çıkmak ancak ve ancak insanın zihninde başarabileceği bir şeydir. Bu gerçekliğin dışına çıkmaktır ve insanın evrenin tekdüzeliğinden kaçışı anlamına gelir.
Önceki gece (25 Nisan 2002) İstanbul’da yaşanan bir intihar olayı bana bunları düşündürttü. “Bir daha gece sokağa çıkmayacağım, seni ve çocuklarımı ihmal etmeyeceğim” diyen bir kocanın intihardan caydırdığı kadın, adam bir saat sonra verdiği bütün sözleri unutup dışarı çıkınca balkondan atladı ve öldü.
Anlattığım olay bir roman olmadığı için bu denli çıplak ve çirkin bir şekilde karşımızda duran bir “gerçek hayat gerçeği”.
Bu bir roman gerçeği olsaydı Anna Karenina’nın trenin altına kendini bıraktığı bir öykü olabilirdi.
Edgar Morin, “Aşk, Şiir, Bilgelik” isimli kitabında (Om Yayınları, Çeviren: Haldun Bayrı) edebiyatın bir katalizör olarak aşkı görülür, hissedilir ve etkin kıldığını söylüyor. “Aşk, hem sözden önce gelir, hem sözden ileri gelir” diyor. Aşk romanları bunun için yazılıyor ve bunun için de okunmalı.
Paylaş