DSP Onursal Genel Başkanı Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Ecevit, GAP bölgesinin İsrail için "Tanrı tarafından kendilerine verilen Mezopotamya toprakları" olarak algılandığını söyledi.
"Büyük İsrail projesi kapsamında GAP bölgesinde kimliklerini gizleyerek toprak alıyorlar. GAP, ikinci Filistin olabilir" dedi.
Eğer internette hayali güçlü kişilerin yaydığı komplo teorilerine inanacak kadar safsanız, bu iddiayı insanın tüylerini ürpertecek kadar ciddi bulabilirsiniz.
Ben komplo teorilerine pek iltifat etmem. Bu nedenle de bu iddiayı gülünç bulmakla birlikte arkasında ciddiye alınması gereken ırkçı sonuçları olabilecek bir politika olduğunu düşünüyorum.
Anlaşılıyor ki DSP küçüldükçe, Rahşan Hanım’ın hayal gücü zenginleşiyor!
Böyle bir iddiada bulunmak için elde ciddi kanıtlar olmalı.
Uzunca bir dönem Türkiye’de iktidar olmuş bir siyasi partinin de böyle kanıtlara ulaşmakta zorlanmayacağını varsaymak gerek.
Rahşan Hanım bu açıklamasını yaparken bu kanıtları da ortaya koysaydı, iddiasını ciddiye alabilirdik.
"O bölgede şu kadar dönüm toprak var, bu kadarını İsrail vatandaşları aldı, bilmem ne kadarını da alanlar aslında İsrailliler ama kimliklerini gizliyorlar. Onlar da şu kişilerdir" gibi bir açıklamadan söz ediyorum.
Rahşan Hanım daha önce de ülkemizdeki misyonerlik faaliyetlerine dikkat çekmişti, hatırlayacaksınız.
Sonra da Diyanet, Türkiye’de Müslümanlığı seçen Hıristiyan sayısının, Hıristiyanlığı seçen Müslüman sayısından daha çok olduğunu açıklamıştı.
Ama bu arada bir papaz "misyonerlik yapıyor diye" öldürülmüştü.
Somut bilgiye dayanmayan siyasi iddiaların ne kadar zararlı olabileceğini hep birlikte görmemizi sağlayan acı bir örnekti bu.
Rahşan Hanım bunca yıldır siyaset yapıyor ama belli ki paranoyayı körükleyerek bir yere varılamayacağını hálá öğrenememiş.
Türkiye sağa kayıyor!
IŞIK Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Sabancı Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ali Çarkoğlu’nun yaptıkları "Türkiye sosyal tercihler araştırması" önceki gün açıklandı.
Araştırmanın benim en çok dikkatimi çeken sonucu şu oldu: Türkiye seçmeni sağa kayıyor!
Eğer "bunu şimdi mi fark ettin" derseniz haklısınız, bu çıplak gözle de görülebilecek bir durum. Ancak ciddi bir araştırma tarafından teyit edilmiş olmasını önemsiyorum.
Çok partili yaşama geçtiğimiz dönemden beri çok kısa aralıklar dışında Türkiye hep "sağ" iktidarlar tarafından yönetildi. Tek parti CHP iktidarının sol bir hükümet olduğunu sanırım kimse iddia etmeyecektir. Onun dışında DP, AP, ANAP ve şimdi de AKP tek başına iktidar olabildi, hepsi de siyasi yelpazenin sağındaki partilerdi.
Bir sol partinin tek başına bir çoğunluk hükümeti kurduğunu ise hiç görmedik. Sol, iktidar olduğu kısa dönemlerde de ya azınlık hükümetiydi ya da sağ partilerle koalisyon ortağıydı.
Kısacası, çok partili demokratik yaşama geçtiğimizden beri bugün şikáyet ettiğimiz ne varsa bunu sağ iktidarlara borçluyuz: İşsizlik, düşük büyüme hızı, enflasyon, doğa şartlarına çok bağlı verimsiz tarım, bölgeler arası eşitsiz gelişme, eğitim ve sağlık sistemlerindeki arızalar, çözülemeyen dış politika sorunları, çöken sosyal güvenlik sistemi, yolsuzluklar... Fazlasını saymaya yerim yetmeyeceği için burada kesiyorum.
Bu tablo ortadayken Türk seçmeninin sağa kaymaya devam etmesini neyle açıklamalıyız?
Benim bulduğum bir neden var. Belki tek neden değil ama önemli nedenlerden biri bu olmalı: Dinin, siyasete fütursuzca alet ediliyor olması!
Sakalını kesen paşanın öyküsü
VATANGenel Yayın Yönetmeni Yavuz Semerci,"şiddet içeren dizilere reklam verilmemesi" çağrısı yapmış, ben de bunu eleştirmiştim.
Semerci dün bana Avrupa Konseyi Sınır Ötesi Televizyon Sözleşmesi’ni ve AB Sınır Tanımayan Televizyon Direktifi’ni örnek göstererek yanıt verdi.
Semerci’ye bu sözleşmelerin genellikle uluslararası sulardan yapılan ve "korsan" olarak nitelenen yayınlarla ve özellikle de pornografik yayınlarla ilgili olduğunu hatırlatayım.
Benim söylediğim şudur: Reklam verenlerin, reklam güçlerini kullanarak yayın kuruluşlarının tercihlerine müdahale etmeleri ahlak dışıdır. Bu tıpkı reklam verenlerin, reklam vermiyor diye yayın kuruluşları tarafından aleyhte haberle tehdit edilmelerine benzer. Bir madalyonun iki yüzü gibi.
Bugün reklam gücünü kullanarak şu ya da bu programın yayından kaldırılmasını isteyenler, yarın beğenmedikleri bir haber ya da köşe yazarı için de aynı silahı kullanmak isterler.
Bu biraz da üzerinde bit yürüdü diye bütün sakalını kesen Osmanlı Paşası’nın öyküsüne benziyor. "Niye kestin, bir bitten ne çıkar ki" diye soranlara, "Bir bitten bir şey olmaz ama başkaları için yol olur" diyen Osmanlı Paşası’nın öyküsündeki gibi.
İtirazım da bunadır. İstemeyen, istemediği hiçbir yayına reklam vermez. Kimse de onları bu nedenle suçlayamaz. Ama reklam gücünü yayın politikalarını değiştirmek için bir şantaj aracı olarak kullanmak, tekrar söylüyorum: Etik bir davranış değildir.