Paylaş
Ona göre “paralel yapı” hükümete operasyon yapmak istemiş, ama bizimki “dik durmayı” başardığı için, darbe girişimi duvara çarpmış.
Demagojinin böylesine ileride tarih kitaplarında mutlaka yer verilecektir.
Rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu yürüten polis ve savcıların, arama-dinleme kararlarını veren yargıçların hepsi Fethullahçı olabilir.
Bunlar “Vay, sen misin bizim dershaneleri kapatmaya kalkışan” diyerek düğmeye basmış da olabilirler.
Kim bilir, belki aralarında böyle bir iktidar kavgası çıkmamış olsaydı, bu yolsuzluk soruşturması hiç yapılmayabilirdi de.
Şu ya da bu, artık biliyoruz ama!
Bunları ortaya çıkaranların Fethullahçı olması, eski bakan Muammer Güler’in oğlunun evinden 1 milyon 200 bin lira çıkmış olması gerçeğini yok etmiyor.
Güler’in, oğluna başka, kamuoyuna başka açıklamalarda bulunduğu gerçeğini de örtmüyor.
Güler’e verildiği iddia edilen 10 milyon dolar da fezlekede öylece duruyor.
Bunun Fethullahçıların darbe girişimi ile ne alakası var?
Hâkimin, savcının, polisin Fethullahçı olması, eski bakan Zafer Çağlayan’a hediye edilen saati, umre gezilerini, benim dilimin dönmediği kadar çok dolarlar tutarında rüşvet verildiği gerçeğini değiştiriyor mu?
Doğru değilse, neden soruşturmayı engelliyorsunuz?
Hâkimin, savcının, polisin “paralelci” olması, havuz kurdurup medya satın alma telefonlarını, evdeki paraların sıfırlanması talimatlarını yok mu ediyor?
Küçük kızın villa peşinde, beceriksiz ortanca oğlun arsa peşinde dolanmasıyla, bu kamu görevlilerinin Fethullahçı olması arasında nasıl bir ilişki var?
Banka müdürünün evinde, ayakkabı kutularına konulmuş dolarları paralelciler mi yerleştirdi ki “O paralar orada bulunsun ve sonra operasyon yapıp, hükümeti devirelim” dediler?
Darbe marbe yok. Olan açık: Muazzam yolsuzluklar yapıldı, Fethullahçılar bunları enseledi, sonra aralarında kavga çıkınca, rezillikleri ortalığa saçıldı.
Gerisi hikâye!
Hortumladıkları paraları unutalım diye anlattıkları, çok ama çok basit bir hikâye!
İyi polis-kötü polis oyunu mu?
EĞER aralarında anlaşıp, hepimizi kandırmak için “iyi polis-kötü polis” oyunu oynamıyorlarsa, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasında yakında sıkı bir tartışma çıkmasını beklemeliyiz.
Bakın Cumhurbaşkanı ne diyor:
“Batı’nın gerçekleştirdiği ilerlemeler, iki dünya arasındaki mesafeyi insani alanda bir kalite ve seviye farkına da dönüştürmüştür. Bu farklılığın somut sonuçları olan İslam dünyasındaki otoriter rejimleri, kamuda şeffaflık ve hesap verebilirlik kavramlarına uzaklığı görmezden gelebilmemiz mümkün değildir. Günümüzde herkes gibi bizler de ağır bir samimiyet sınavından geçmekteyiz. Kendimizi gözden geçirmeliyiz.”
Şimdi de Başbakan ne diyor, onu okuyalım:
“Özgürlük maskesi altında kimse ülkemde operasyon yapamaz. Bu ülkenin anayasal bir kurumu çıkıyor, ülkesinin haklarını savunacağı yerde uluslararası şirketlerin, ne yazık ki ticari hukukunu savunuyor. Binlerce insan adalet beklerken uluslararası şirketlerin hukukunu alelacele karara bağlamak, bir içtüzük ile yasaların üzerine çıkmak suretiyle, kendilerini birincil mahkeme yerine koymak, bu aziz millete yapılmış çok büyük bir haksızlıktır.”
Olayımızda “iyi polis” İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu çürüme ve geri kalmışlığı, “kamuda şeffaflık ve hesap verebilirliğin” sağlanamamasına bağlarken, “kötü polis” evrensel değerlerin bir kenara bırakılmasını savunabiliyor, “hesap vermemek için” AB’den tamamen kopmayı bile göze alabiliyor.
Ne dersiniz, “Abdullah Bey kardeşimize” emeklilik yolu mu göründü, yoksa Başbakan’a, Çankaya’da ömür boyu dokunulmazlık zırhı edinip, torun torba yaşamak mı?
‘İçlerindeki faşist’ hiç uyumuyor!
ANAYASA Mahkemesi’ne (AYM) kişisel başvuruda bulunabilme olanağını veren Anayasa değişikliğini öneren kurumlardan biri de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ydi.
AİHM’nin bunu istemesinin nedeni, Türkiye’den gelen başvuruların sayısının çokluğu ve mahkemenin artık bununla baş etmekte zorlanmasıydı.
AKP hükümeti, bu talebi Anayasa değişikliklerinin içine, neredeyse hiç tartışmadan yerleştirince kuşkulanmıştım.
Çünkü yargılama ve temyiz süreçlerinden sonra, AİHM’den önce araya bir mahkemenin daha girmesinin, hak ihlalleri nedeniyle kişisel başvuru olanağının kullanılmasını geciktireceğini, Türkiye’de evrensel hukuk ile bağdaşmayan uygulamalara karşı korunma olanağımızı zamana yayacağını düşünmüştüm.
Anayasa Mahkemesi’nin Twitter kararının ardından, tam “o gün yanlış düşünmüşüm” diye özür dileyecektim ki Başbakan ve adamları o tarihte hangi niyetle hareket ettiklerini gösteren açıklamalar yaptılar.
Ağızlarından düşmeyen söz “bütün iç yargı yolları tüketilmedi” sözü!
Anayasa Mahkemesi’ne ve oradan da AİHM’ye gitmek için bütün yerel yargı yollarının tüketilmesini istiyorlar, çünkü biliyorlar ki gerçek adalete ulaşma yolu uzatılırsa, bu ülkeyi istedikleri gibi yönetebilirler.
Kimseye hesap vermeleri gerekmez, “yargı yolları tüketilip, gerçek adalete ulaşılana kadar geçecek zamanda” atı alan Üsküdar’ı geçer.
“İçlerindeki faşisti” bir kez daha ele veriyorlar.
Onun için şimdi de AYM’ye bireysel başvuruyu zorlaştıracak, mahkemenin içtihat oluşturduğu alanlarda müracaat kabul etmesini engelleyecek bir kanunu çıkarmak için harekete geçtiler.
Böylece en başta akıllarında olanı uygulamaya sokacaklar.
Evdeki hesaba uymayan Anayasa Mahkemesi’ni, hizaya getirecekler.
Paylaş