Paylaş
Ama bunu tercih etmedim. İstasyonu geçip, St. James’s Park’a girdim, her türden su kuşlarını ve gelip geçenlerden atıştırmalık bekleyen sincapları seyrederek parkın diğer ucundan çıktım.
Bunu yapmamın nedeni parktan Trafalgar Meydanı’na doğru yürürken yolumun üzerine çıkan bir heykel.
Büyük kâşif Kaptan James Cook’un heykeli bu. Çocukluk hayallerimin en büyük kahramanlarından birine “Günaydın” demek hoşuma gidiyordu, o beni hiç duymasa, oradan gelip geçtiğimi fark etmese bile!
Kaptan Cook ile tanıştığımda ilkokul beşinci sınıfın “bitirme imtihanlarını” yeni tamamlamıştım. O vakit öyleydi. Ortaokul ve lisede de bitirme sınavları vardı. Bütün derslerden son bir kez sınava giriyorduk. Tesadüf hepsine son giren kuşak da bizler olduk.
Hayalci bir çocuktum ve babamın bana Ankara’dan getirdiği “Kâşifler ve Mucitler Ansiklopedisi” bu özelliğimi kışkırtan bir etki de yaratmıştı.
Çocukluğumun Antalya’sında hayal kurmak için de her şey mevcuttu...
Uçsuz bucaksız bir deniz. Beş metrelik bir kayığın küreklerini çekmeye başlayınca Kaptan James Cook olduğumu hayal ederdim. Bilinmeyen kıtaları keşfe çıkmış Endeavour’un kaptan köşkündeymişim gibi gelirdi bana.
Sabahtan akşama kadar falezlerdeki girinti çıkıntıları, küçük mağaraları dolaşır, o güne kadar “keşfedilmemiş bir şey” arardım. Bunun umarsız bir çaba olduğu çok açıktı ancak bu durum hayal kurmama engel değildi elbette.
Sonra o yıllarda Antalya’da bir çocuk, bisikletiyle bütün şehirde fır dönebilirdi. Bu hiç gidilememiş uzaklıklara gitmeyi denemek, orada hiç keşfedilememiş şeyleri bulma umudunu içinde taşımak demekti ki biz birkaç arkadaş bu yolda çok lastik patlattık!
Hayal kurmanın ne kadar önemli olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.
Hayallerin yoksa, önüne konulan kupkuru bir hayatı yaşayıp gidiyorsun.
2016 yılında Intel ve Future Bright, Türkiye’de bir araştırma yaptı. 10 kentte 8–55 yaş arası 2 bin kişi ile görüşülerek yapılan Türkiye Hayal Araştırması’na göre çocuklarımızın yarısı hayal kuramıyor.
Yaş ilerledikçe hayal kurma alışkanlığı dramatik bir şekilde azalıyor.
Yetişkinlerimizin sadece yüzde 14’ü hayal kuruyor ve hayalleri de meslek ve paradan ibaret.
Girişimcilik fikirlerine dönüşebilecek “üretken” hayal kurabilenlerimizin oranı yalnız yüzde 15.
Bunun nedenini eğitim
sistemimizde arıyorum.
Ezbere dayalı, çocukların meraklarını kışkırtmayı başaramayan eğitim sistemimiz değişmediği sürece o sınavı kaldırıp, yerine bu sınavı koymanın ne faydasını görebileceğiz ki?
Kaptan James Cook,
1728 yılında İngiltere’de doğdu. İskoç bir köylü ailesinin çocuğuyken denizciliğe duyduğu ilgi, onu dünyanın en büyük kâşiflerinden birisi yaptı.
Bilinmeyen denizlerin büyüleyici çekiciliğine kendini kaptırıp hayatının sonuna kadar okyanuslara yelken bastı.
İngiliz donanması, daha sonra yüzyıllar sürecek sömürgecilik sürecinde onun en ilkel araç gereçlerle yaptığı haritaları kullandı. Kanada kıyılarını, Büyük Okyanus adalarını, Bering Boğazı’nı, Antarktika’nın buzullarını, Avustralya ve Yeni Zelanda kıyılarını haritalandırdı.
51 yıllık ömrünün 14 yılını bilinmeyenin peşinde koşarak geçirdi.
Döneminin uzun deniz yolculuklarının korkulu rüyası iskorbüt hastalığını lahana, dereotu, portakaldan oluşan bir diyet uygulayarak ve gemilerini temiz tutarak yenmeyi başardı. Onun tayfalarından hiçbiri iskorbüt yüzünden ölmedi.
Gemilerine aldığı botanikçi ve zoologlar o güne kadar bilinmeyen 3 bine yakın canlı türünü tasnif ettiler. Gemilerine aldığı ressamlar yeni bulunan bitki, hayvan ve böceklerin resimlerini yaptılar.
Dünya, Kaptan Cook sayesinde yalnızca o güne kadar bilinmeyen karaları ve denizleri değil, yeni canlı türlerini de tanıma imkânı buldu.
Yaptıkları ödülsüz kalmadı. İngiltere’ye son dönüşünde albaylığa yükseltildi. Royal Society üyeliğine kabul edildi, Copley Madalyası ile onurlandırıldı.
Britannica onun için şunu yazdı: “Keşif çalışmaları, denizcilik, haritacılık, mürettebatın bakımı ve yerlilerle ilişkiler konularına yeni anlayışlar getiren Cook, dünya haritalarını barışçıl yöntemlerle en büyük değişikliğe uğratan kişi olarak tarihe geçmiştir.”
Ondan 250 yıl önce de Gelibolu’da denizci bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Muhiddin Piri (daha sonra Piri Reis olarak ünlenecekti) bizim denizcilikteki gururumuzdu.
1513 yılında ilk dünya haritasını çizdi. Bilinen en başarılı denizcilik kitaplarından birisi olan Kitab-ı Bahriye’yi yazdı. 1528 yılında bugünkü bilgilere en yakın doğrulukta ikinci bir dünya haritası daha çizdi. Bu haritadan günümüze yalnızca 68’e 69 cm boyutlarında bir parça kalabildi. Bütün bunları yaparken bir yandan da Osmanlı donanmasına kumanda ediyor, yeni ülkelerin ve denizlerin fethinde padişahına hizmet ediyordu.
Piri Reis, 1550’li yıllarda Süveyş’teki Osmanlı donanmasının başındaydı.
Portekizlilerin elinden Aden’i almış ve önemli bir üs olan Maskat’ı da ele geçirmişti. Bu başarılarını çekemeyen Basra Beylerbeyi Kubad Paşa tarafından suçlandı ve İstanbul’dan gelen bir padişah fermanıyla Kahire’de idam edildi.
Sabahları James Cook’un heykelini selamlarken aklımdan geçen hep aynı soruydu: Piri Reis, Kahire’de boynunu yağlı ilmiğe vermek zorunda kalmasaydı ne olurdu?
Zamanın en büyük deniz gücü Portekiz ile girdiği rekabet onu Atlantik’e de sürükleyecek miydi?
Güney Amerika yerlileri, Portekizli ve İspanyol denizcilerden sonra Türk denizciler ile de tanışacaklar mıydı?
Yeni keşfedilen bir kıtanın zenginliklerinden o devirde Osmanlı da yararlanabilseydi, tarih yine böyle mi akardı?
Tarihin akışını değiştirecek bir zaman makinesi henüz icat edilmediği için “Öyle olmasaydı, böyle olur muydu?” sorusunun yanıtını bugün bilebilmenin olanağı yok.
Ama sanırım şunu söyleyebiliriz: Osmanlı, Piri Reisleri asmayıp ödüllendiren bir devlet düzeni kurabilmiş olsaydı bugün çok farklı bir ülkede yaşıyor olabilirdik.
Ama o tarihte de tıpkı bugün olduğu gibi bizim topraklarımızda “liyakat” değil, körü körüne sadakat aranıyordu.
Hayal kurmanın, merak etmenin, bilimsel yeniliklere açık olmanın teşvik edildiği bir devletin mirasçıları olarak bugün nerede olurduk?
Paylaş