Paylaş
Genç kuşaklar “aranjman yıllarını” hatırlamazlar. Bizim ilk gençlik yıllarımızda bu modaydı. Melodisi Türklerin hoşuna gidecek yabancı şarkılara Türkçe sözler yazılır ve söylenirdi. Bu işin en ünlüsü de Fecri Ebcioğlu idi.
Sonra ardından Türk halk müziği şarkılarını Batı müziği enstrümanları ile çalma dönemi geldi. Pop-folk diyebileceğimiz bir tür ki gerçekten çok iyi vokal gruplarının tanınmasını sağladı. Üç Hürel gibi, Modern Folk Üçlüsü gibi!
Candan Erçetin bu albümünde o eski yılların “aranjmanlarını” söylüyor. Fransız şarkılarına yazılmış Türkçe sözler bunlar ve Erçetin, bunları hem Türkçe, hem Fransızca olarak seslendirmiş.
Bu CD’de beni en çok şaşırtan şey ise “Entarisi ala benziyor” isimli şarkı oldu.
Neredeyse kendimi bildim bileli bu şarkı var. Ve doğrusunu isterseniz bunun bir Türk halk şarkısı olduğunu zannederdim.
Oynak, neşeli bir şarkı: “Entarisi ala benziyor / şeftalisi bala benziyor / entarisi biçim biçim / ölüyorum senin için!”
“Şeftalisinin bala benzemesinin” erotik çağrışımları bir yana şarkıda Ali diye birisinden de söz ediliyor. Sanıyorum yıllardır bunu bir Türk şarkısı zannetmemin bir nedeni de buydu.
Şarkı meğerse bir Fransız şarkısıymış. CD’deki bilgilere göre şarkının Türkçe sözleri “anonim”. Fransızca sözleri ve müziği ise Dario Moreno ve Jacques Plait’e ait.
Güzel bir CD, yaz akşamları için eğlenceli şarkılar arayanlara hitap edecektir.
Lüfer, palamut, levrek tekir ve istavrit!
BENİM için İstanbul Boğazı çok şey ifade ediyor. Geçen gün İstanbul Life dergisinin Sedef Adası’ndaki Club Ada Sedef’te verdiği yaz partisinden dönerken böyle bir güzelliğin içinde yaşamaktan ne kadar mutlu olduğumu bir kez daha hatırladım.
Boğaz, iki kıyısındaki ıhlamur ağaçlarından yayılan kokuyla bir koca demlik gibiydi, o kokuyu içime çekmeye doyamadım.
Boğaz bize sadece yaşanacak bir güzellik sunmuyor aynı zamanda içindeki büyük zenginliği de bizimle cömertçe paylaşıyor ama biz ne yazık ki onu yok edip, tüketmek için yarışıyoruz.
Yumurtlayacak olgunluğa gelmeden yakalanan lüferleri, ızgaranın üzerine atıyoruz ve bir koca balık ailesini yok ettiğimiz hiç aklımıza gelmiyor.
Artun Ünsal, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde hocamdı. Sonra iş arkadaşı da olduk. Yankı, Hürriyet ve Posta’da eşsiz sohbetini dinleme olanağını bu sayede bulabildim. Gerçi bütün üniversite hocaları gibi “diyalog”dan daha çok “monolog” sever ama olsun. Dinlemeyi bilen bundan çok şey öğrenir!
Artun Hoca, son yıllarda kendini gastronomiye adadı. Çok ciddi araştırmalar ile önemli kitaplar yazıyor. Türkiye’nin peynirlerini anlattığı “Süt uyuyunca”, Türkiye’nin ekmeklerini anlattığı “Nimet geldi ekine”, ülkemizin zeytinlerini ve yağlarını anlattığı “Ölmez ağacın peşinde”, yoğurtlarımızı anlattığı “Silivrim kaymak”, simitlerimizi anlattığı “Susamlı halkanın tılsımı” daha önce Yapı Kredi Yayınları tarafından kültürümüze kazandırılmıştı.
Hocanın son çalışması ise Boğaz’ın balıklarını anlatıyor. “Boğaz’ın Beş Efendisi- Lüfer, Palamut, Levrek, Tekir ve İstavrite Dair” ismiyle yayımlanan kitaptan size söz etmek fırsatını ancak bulabildim.
Boğaz’ın bu beş efendisinin sadece bizi beslemekle kalmayıp, bir büyük kültürün oluşmasına da nasıl katkıda bulunduğunu bu kitap sayesinde öğrendim.
Boğaz’ın beş efendisinin öykülerini, onlarla yapılan yemeklerin tariflerini, beslenme alışkanlıklarımızı ve hatta müziğimizi bile nasıl etkilediklerini Artun Hoca öyle tatlı anlatıyor ki kitap bittiğinde içinizden bir sahil lokantasına koşmak geliyor!
Artık o bagetler bateriye vurmayacak!
GÜNLÜK kavgalarımız içinde kendimizden o kadar geçiyoruz ki Vasfi Uçaroğlu’nun ölümünden bile çok az insanın haberi oldu.
Anglosakson gelenekte yayın yapan gazetelerde böyle ölümlerin ardından yazılar yazılır, sağken insanların hayatlarına dokunmayı başarabilenlerin anılarının önünde bir tür saygı duruşu yapılır.
Bizim gazetelerin çoğunda küçük bir haber bile yazılmadı ardından.
Ben Vasfi Uçaroğlu ve orkestrasını daha 10’lu yaşlarımın başında, orta birinci sınıftayken Antalya Şehir Kulübü’nde ilk kez izlemiştim.
O yıllarda “milli baterist” olarak tanınırdı, hatırlıyorum konser afişinde de böyle yazılıydı. Eskiden böyle bir “unvan” vardı. Yurtdışında bir iş başardıysanız o dalın “millisi” ilan edilirdiniz, gazetelerde böyle söz edilirdi. Sanırım o da uluslararası bir müzik yarışmasında birinci olduğu için bu unvanı almıştı.
Uçaroğlu ve arkadaşlarını dinlemeye gittiğim o günü hiç unutmadım. O zaman da bugün olduğu gibi “dört göz”düm ama konsere giderken nedense bir güneş gözlüğü takmayı uygun görmüştüm. İspanyol paça siyah pantolonumun üzerinde de, Berkant’ın o yıllarda meşhur ettiği büyük yakalı beyaz bir gömlek vardı. “Kızlar beni böyle beğenir” diye düşünmüş olmalıyım.
O gün konserde Berkant ve Kamuran Akkor da vardı. Berkant yeni patlamış, Samanyolu ile ortalığı toz duman etmişti. Bugünün Tarkan’ı neyse, o da öyleydi. Kamuran Akkor da gencecik bir kızdı ve doğrusunu isterseniz bizim mahalledeki oğlanların hepsi ona bayılırdı. Küçük bir dudak, hafif çekik gözler, çıkık elmacıkkemikleri, narin bir vücut! Ama ne yazık ki Vasfi Uçaroğlu ile evliydi, zaten bize bakacak hali de yoktu!
O konserde en çok merakla beklediğimiz Berkant ve Akkor değil aslında Vasfi Uçaroğlu’nun “bateri solosu” idi. Bir efsaneydi ve bitmesini hiç istemediğimiz bir gösteriydi.
Vasfi Uçaroğlu artık yok. Geçtiğimiz ayın son günü kaybettik, bateri solosu da onunla birlikte bizi terk edip gitti. Allah rahmet eylesin, yakınlarının, sevenlerinin başı sağ olsun.
Paylaş