Paylaş
Bakan Yıldız’ın fikri mesai başlangıcının güneyin doğmasından bir saat sonraya alınması ve bununla enerji tasarrufu sağlanması! Mühendis değilim, bu konuda söyleyecek bir şeyim yok. Sonuç olarak bu bir hesap kitap işi, Bakan bunu önerdiğine göre böyle bir hesap yapmıştır. Keşke bu fikrini açıklarken bu hesabın sonucunu da bizlerle paylaşsaydı, elle tutulur bir mesele üzerinde tartışma olanağımız olurdu.
Bakan’ın konuşmasından anlıyoruz ki bir diğer fikri de cumartesi günlerinin yeniden çalışma günü olması.
Biz çocukken cumartesileri öğlene kadar okullar da açık olurdu, devlet daireleri de. Sonradan cumartesi de tatil günü oldu, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi.
Haftalık çalışma saatlerinin arttırılmasına işçi ve memur sendikaları kolayca razı olmayacaklardır diye düşünüyorum. Olmamaları da gerekir çünkü bu uzun yıllar süren bir hak mücadelesinin sonunda elde edilmiş bir durumdur.
Bütün dünyada haftalık çalışma saatleri daha da azalma eğilimi içindeyken Türkiye’de geminin ters tarafa döndürülmesi çalışanların kazanılmış haklarının geri alınması anlamına gelir.
Belli ki hükümet bir yandan “esnek istihdam politikası” ile kazanılmış kıdem tazminatı haklarına göz dikerken, diğer yandan da çalışma sürelerine el atmaya hazırlanıyor.
Öte yandan Türkiye gibi çalışmaya hazır nüfusta neredeyse on kişiden biri işsizken çalışma saatlerinin arttırılması da istihdamı büyütme fikri ile pek uyuşmuyor.
Diyeceğim şu ki cumartesileri rahat bırakın! Verimliliği arttırmak sadece daha uzun süreler çalışmakla ilgili değildir.
Kuzu gibi itaat eden bir toplum
ÖNCEKİ hafta yolum yine Asmalımescit’e düştü. Belediyenin sokaklara masa konması yasağı olanca ağırlığıyla bölgenin üzerine çökmüş görünüyor. Yollar ıssız, eğlence yerlerinin çoğu boşa yakın durumda. Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, yıllardır “kurtarılmasından söz edilen” Beyoğlu’nu müsamahalı yönetim anlayışıyla birkaç yılda canlandırmayı başarmıştı.
Şimdi öyle görünüyor ki kendi yaptığı işi, kendi elleriyle yıkmak zorunda bırakılmış.
Ramazandan sonra belli ölçüler içinde kalmak koşuluyla sokaklara masa konmasına izin vereceğini söylüyordu, onunla ilgili herhangi bir gelişme de yok. İstanbul gibi bir turizm kentini, benzerlerinden ayıran bir semti giderek yok oluyor, buralarda çalışan insanların işsiz kalması yakın, ellerindeki küçük sermayeleri buralara yatıran küçük işletmeciler batmak üzere!
Kitap Fuarı için geldiğim Frankfurt’ta da sigara yasağından sonra benzer bir sorun yaşanmış. Çoğu babadan, dededen kalma küçük eğlence işletmeleri müşterilerinin önemli bölümünü kaybedince sokaklara dökülmüş, oraların müşterileri de onlara destek verince küçük işletmeler için sorun bir yasa değişikliği ile halledilmiş. Şimdi bazı barlarda “burada sigara içiliyor” gibi levhalar var ve sigara içilen bir yerde olmak istemeyenler, sigara içilmeyen yerleri tercih ediyorlar. Herkes memnun, kimse kimseye karışmıyor. Bireysel hakların korunması açısından örnek bir uygulama sayılmalı.
Bu öyküyü dinleyince Asmalımescit’i neredeyse her gece tıka basa dolduranlara ne oldu diye düşündüm. Neden o semte sahip çıkmadılar, neden oradaki işletmeleri yalnız bıraktılar?
Neden hiç olmazsa haftada bir gece yine o sokakları doldurmuyorlar? Ellerine bakkaldan bir kutu bira ya da gazoz alıp yasakları protesto etmiyorlar, kuzu gibi itaat ediyorlar? Önemli bir özgürlükleri ellerinden alındı ve buna hiç ses çıkarmadan öylece evlerinde oturmaya devam ediyorlar!
Haftayı gülerek kapatalım
“NIETZSCHE öldü, bir hipopotam olarak yeniden doğdu” isimli ilginç bir kitap okudum. Thomas Carthcart ve Daniel Klein’ın kitabı (Aylak Kitap Yayınları, Çeviren: Algan Sezgintüredi) yaşam ve ölüm felsefesini mizah yoluyla anlatmayı hedefliyor. Bununla ilgili bir de kavram geliştirmişler, “felsefespri” diyorlar!
Kitapta “dırdır ile kocalarının başının etini yiyen kadınlar” ile ilgili bir fıkra hoşuma gitti. Bu cumartesi günü biraz gülelim diye sizlerle paylaşmak istedim. Fıkra şöyle:
Adamın birisi, korkunç bir sağanak yağmur altında işyerinden çıkar ve o da ne, tam önünde boş bir taksi vardır! Derhal biner ve şoföre bu havada taksi bulabildiği için çok şanslı olduğunu söyler. Şoför adama döner ve “Zamanlamanız kusursuz anlaşılan” der, “tıpkı Sheldon gibi!”
“Kim?”
“Sheldon Schwartz. İşte o, her şeyi doğru yapan adamdı. Dünyanın en şanslı adamıydı. Belki de bu gezegenin gördüğü en kusursuz insandı. Mesela Sheldon nereye giderse gitsin mutlaka gittiği yerin kapısının önünde park yeri bulurdu.”
“Yok artık abartıyorsun, kimse o kadar şanslı değildir” dedi adam.
“Sheldon öyleydi” dedi şoför. “Sırf şanslı da değildi. Müthiş bir atletti aynı zamanda. Rahatlıkla profesyonel bir golfçü veya tenisçi olabilirdi. Öyle bir sesi vardı ki Placido Domingo duysa operayı bırakırdı. Cary Grant’tan daha yakışıklı ve zarifti. Hele smokin giydiğinde görmeliydiniz Sheldon’u. Yapılı, uzun boylu ve kuvvetliydi. Aynı zamanda müthiş bir işadamıydı. Elini neye sürse altına dönüştürürdü. Ve inanılmaz poker oynardı.”
“Yuh yani” dedi adam, “Uyduruyorsun”!
“Hiç de bile” dedi taksi şoförü. “Sheldon’un başka yetenekleri de vardı. Mesela kadınları nasıl mutlu edeceğini çok iyi bilirdi. Çok da zekiydi. Bilmediği, tamir edemeyeceği hiçbir şey yoktu. Ben öyle değilimdir mesela. Sigortayı değiştirmeye kalksam bütün mahallenin elektriği gider. Ve var ya, Sheldon acayip güzel fıkra anlatırdı, her toplantının göz bebeğiydi.”
“Vay be inanılır gibi değilmiş” dedi adam, “Peki sen nereden tanıyorsun bu Sheldon’u?”
“Valla aslında ben tanışmadım kendisiyle” dedi taksi şoförü.
“E, peki bu kadar şeyi nasıl biliyorsun?”
“Sheldon öldükten sonra karısıyla evlendim.”
Paylaş