UMREDEN gelen yakınlarını karşılamak için havaalanına giden Mustafa Pepe, Dış Hatlar geliş katında otomobilinin yanında beklerken polisler tarafından otomobil hırsızı zannedilerek kelepçelenip, yere yatırılmış.
Mustafa Pepe, Orman Bakanı Osman Pepe’nin oğlu.
Haberi okurken, babasının makamını bir tehdit unsuru olarak kullanmayı aklından bile geçirmediği, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun" demediği için, Mustafa Pepe’ye "Aferin" dedim.
Bu tür davranışlar o kadar azaldı ki Mustafa Pepe’nin tutumu övülmeyi hak ediyor.
Mustafa Pepe’nin bir otomobil hırsızı olmadığı, bir bakanın oğlu olduğu anlaşıldıktan sonra havaalanında görevli iki polis memurunun görev yerleri değiştirilmiş.
Haberin bu kısmı da söz konusu yerdeki polis amirlerini "yermeyi" gerektiriyor.
Polisler orada görevlerini yapıyorlardı ve aynı şey sıradan bir vatandaşın başına gelseydi hiç kuşkusuz böyle bir ceza almayacaklardı. Hatta polisler şüphelerinde haklı bile çıkabilirler, bu nedenle de görevlerini iyi yaptıkları için amirlerinin takdirini kazanırlardı.
Onları görevlerini yaparken bir talihsizlik yaşadılar diye başka göreve "sürmek", genel olarak polislerin bu tür olaylarda görev yapma isteğini kırar.
Sorun en temelinde Atatürk Havalimanı’nın geliş terminalinde kısa süreli park yapma yasağından kaynaklanıyor ki dünyadaki birçok büyük havaalanında kısa süreli park yapmak cezalandırılacak bir davranış değildir.
Üstelik terminal önündeki cepler bu amaçla yapılmış olmalı.
Kısa süreli beklemelerde disiplin sağlanamıyor diye beklemeyi tamamen yasaklamak da bize özgü bir yönetim anlayışının bir başka sonucudur.
Kent içinde arazi aracı kullanmak
NURAY Mert, Radikal’deki köşesinde Londra Belediye Başkanı Ken Livingston’un, şehir içinde dört çekerli arazi araçları kullananlar için "Geri zekálılar" dediğini aktardı.
İngiltere’de yayımlanan Independent gazetesi de bir süre önce "cipleri" kastederek "Halk düşmanı" manşetini atmış.
Aşırı benzin tüketen bu araçların yol açtığı çevre kirlenmesi, uzunca bir süredir çevreciler tarafından eleştiriliyor.
İstanbul’da küçük bir fabrika kadar duman çıkararak dolaşan otobüs, minibüs, kamyon gibi araçların neden olduğu kirlilik yanında, çoğunluğu yeni teknoloji ürünü arazi araçlarının sözü bile edilemez.
Ama dümdüz asfalt yollarda bu araçları kullanmanın mantıklı bir izahatını bulabilmek de zor.
Nuray Mert, yazısında bu durumu "görgüsüzlük-gösteriş düşkünlüğü" gibi kavramlarla açıklamaya çalışıyor ki bir ölçüde doğru olabilir.
Özellikle de arazi araçlarını bir makam aracı gibi kullananlar için geçerli olabilecek bir açıklama bu.
Bunun zirvesine ise geçenlerde gittiğim Moskova’da tanık oldum. Oldukça genç bir "yeni zengin" Rus, Amerika’nın ilk kez Birinci Irak Savaşı’nda çölde kullanmak için askeri amaçlarla ürettiği Hummer’ının arka koltuğunda oturmuştu ve aracı şoförü kullanıyordu!
Öte yandan şöyle bir gerçek de var: Özellikle İstanbul’da küçük otomobiller kullanan kadın sürücülerin trafik magandaları tarafından nasıl taciz edildikleri bir sır değil.
Olanağı olan kadın sürücülerin güçlü kuvvetli arazi araçları kullanarak yakalarını bu tür magandalardan kurtarabildiklerini de unutmamak gerek.
Londra’dan bakıldığında kent içinde arazi aracı kullanmak bir tür zeká geriliğine işaret edebilir belki ama Türkiye’nin kendine özgü gerçeklerini de ihmal etmemek gerek.
En iyi hakemler de hata yapabiliyormuş
DÜNYA Kupası’nda, FIFA listelerinin zirvesinde yer alan hakemlerin yaptıkları hataları televizyonda izlerken, bizdeki her hakem hatasının arkasında karmaşık ilişkiler arayanlar neler düşünüyorlar, çok merak ettim.
Bu Dünya Kupası’nın bizim için belki de en yararlı yönü bu olacak: Hakemler de insan ve çok kısa süre içinde karar vermek zorunda kaldıkları için de kolaylıkla hata yapabiliyorlar!
2006 Dünya Kupası 54 maçta çıkan 25 kırmızı kart ile bugüne kadarki bütün turnuvaları geride bıraktı.
FIFA "kırmızı kart" uygulamaları konusunda bu kadar katı davrandıkça futbolun da giderek ayakla oynanan bir tür "voleybol"a dönüşmesi kaçınılmaz gibi görünüyor.
Ukrayna-İsviçre maçı da turnuvanın "en sıkıcı" maçı olarak tarihe geçti. Ukrayna bizim de yer aldığımız eleme grubunun lideriydi, İsviçre’de bizi "play off"ta eleyen takım.
Bu da çok geliştiğini zannettiğimiz Türk futbolunun gerçekte hangi düzeyde olduğunu gösteren bir örnektir diye düşünüyorum.
Benim için bu maçla ilgili bir ilginç not da şu: Ukrayna, İsviçre’yi penaltı atışlarında elediği anda maçı izlediğim lokaldeki insanlar maçı Türkiye kazanmış kadar sevindiler.
Sevinenler arasında Ukrayna’nın adını doğru dürüst telaffuz edemeyip, Ukranya diyenler bile vardı!
Demek ki olaylı İsviçre maçları üzerinde pek konuşmak istemesek de hepimizde ciddi bir travmaya yol açmış.
İsviçre ile daha birçok kereler karşılaşacağız. Dilerim ki bu travma, gelecek maçlarda tatsızlıklara neden olmasın.