Paylaş
İşi doğrudan doğruya politika olmayanlar ve “endişeli modernler” bir kenara bırakılırsa, sıradan insanlarımızın konuyla ilgisi bir derbi maç sonucunu beklemenin heyecanına benziyor: Evet mi çıkacak, hayır mı?
Ama temel bir konu var ki onu hiç konuşmuyoruz: Anayasa’yı değiştirerek, kanunları yeniden yazarak mutlu insanlara dönüşebilir miyiz?
1776 yılında ABD’nin “kurucu babaları”, anayasayı tartışırlarken vatandaşların üç temel hakkı olduğunu kabul ettiler.
Birincisi yaşam hakkıydı. Her insanın doğum ile birlikte kazandığı bir hak. Bu hakkı ihlale yönelik davranışlar, yani adam öldürmek, bu sonucu doğurabilecek şekilde yaralamak öteden beri zaten “suç” olarak tanımlanan davranışlardı.
Yazılı kuralları olmayan ilkel kabilelerde bile eğer ortada bir savaş yoksa bir insanı öldürmek, benzeri bir cezayla karşı karşıya kalmak anlamına geliyordu.
Dolayısıyla bu hakkın varlığı üzerine çok tartışılmadığını varsaymak gerek.
İkinci hak insanların özgür olma haklarıydı ki bugün dünyanın en otoriter idaresi bile vatandaşlarının aslında “özgür” olduklarını iddia ediyor. Tabii bizde olduğu gibi “kanunlar dairesinde”!
Üçüncü “temel hak” ise bize oldukça yabancı. Sadece bize değil, dünyanın birçok ülkesinde de böyle bir temel vatandaşlık hakkından söz edildiğini duyan olmamıştır.
Bu, insanların “mutluluk peşinde koşma hakkı” olarak tanımlanıyor. Dikkat edelim lütfen, “mutluluk hakkı” değil, “mutluluk peşinde koşma hakkı”!
Çünkü vatandaşların mutluluğundan esasen devletler sorumlu tutulamaz.
Asıl olan vatandaşlara, devletin müdahale edemeyeceği bir özgürlük alanının yaratılması ve vatandaşların ne ile mutlu olacaklarını düşünüyorlarsa onun peşinde koşmalarına olanak sağlanmasıdır.
Yani devlet şunu demez: “Ali, Ayşe ile evlensin, mutlu olsun!”
Bu Ali’nin ve Ayşe’nin özgürce ve kendi başlarına verecekleri bir karara bırakılmalıdır. Ya da devlet şunu demez: “Madem evlendiniz, siz üç çocuk doğuracaksınız.”
Bu da Ali ile Ayşe’nin kendi başlarına ve herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmadan verebilecekleri bir karar olmalıdır.
Çin’de, Mao’nun Kültür Devrimi’nden sonra çiftlere “bir çocuk” kısıtlaması konmasının, insanları nasıl mutsuz ettiğini, sırf cinsiyet tercihleri nedeniyle birçok çocuğun doğumdan hemen sonra bizzat ailelerince öldürüldüğünü ya da sokağa terk edildiğini de biliyoruz.
Yani esasen mutluluk peşinde koşma hakkı, özgürlük hakkıyla yakından ilgilidir.
Eğer bu özgürlükler, şu ya da bu şekilde kısıtlanıyor, vatandaşların kendi haklarındaki kararlarına devletin müdahalesi söz konusu oluyorsa, mutluluk peşinde koşma hakkı da özgürlük hakkıyla birlikte askıya alınmış olur.
Bu durumda, özgür olmayan ülkelerde yaşayanların hayatlarının sonuna kadar mutluluğu tadamayacaklarını mı söylemeliyiz?
Hayır. Bu ikisi ayrı şeyler.
“Mutluluk” diye tanımladığımız “şey” esasen genetik kodlarımızda var.
Yuval Noah Harari, son kitabı Homo Deus’ta (Çeviren: Poyzan Nur Taneli, Kolektif Kitap) biyokimyasal sistemimizin sağ kalmak ve üreme olasılığımızı arttırmak şeklinde evrim geçirdiğini yazıyor.
Bunun için de biyokimyasal sistemimiz, sağ kalmak ve üremeye yardımcı olan davranışlarımızı bize haz veren duygularla ödüllendiriyor.
Yemek yerken bir süre daha açlıktan ölmeyeceğimizi düşünüp, mutlu oluyoruz. Ne kadar iyi yemek yiyebilirsek o kadar daha çok mutlu olabiliyoruz.
Partnerimizle seviştiğimiz zaman biyokimyasal sistemimizin bize verdiği mutluluk duygusu, bu eylemi sıkça tekrarlayarak mutlu olmamız yönünde bizi teşvik ediyor.
Eskiden bize zevk ve mutluluk veren birçok eylemi günümüzde tekrarlarken suçluluk duymamızın nedeni de aynı kimyasal durum.
Sigara ve içkiden uzak durmak, kahveyi günde bir–iki küçük fincan ile sınırlamak, tereyağında kızartılmış kaz ciğeri yememek gerektiği bize söyleniyor ve bu hayatta kalmak içgüdümüzü de şekillendiriyor. Onun için ağır bir Fransız yemeğinin ardından, bir puro tüttürüp konyak içerken bir yandan da huzursuz oluyoruz.
Oysa bütün bunların zararlarını bilmeden önce, bu eylemleri tekrarlamak, insanın kendini mutlu hissetmesine yetiyordu.
Düşünün bakalım son yıllarda yapmaktan zevk aldığınız neleri, asla yapmamanız gerektiğini öğrendiniz?
Kahve içmeyin, sigara içilen yerde bile durmayın, şekere-çikolataya elinizi sürmeyin, sert içkileri unutun, şarabı bir kadehte kesin, kırmızı et yemeyin, hatta balık da yemeyin, “beyaz ekmek mi, sakın ha” gibi bir dizi talimat!
Akşamları içine yağ koyulmadan haşlanmış sebze yiyerek ve sadece bir yarım kadeh kırmızı şarap içerek insanlardan yatağa girmeleri ve rahat bir uyku çekmeleri isteniyor!
Böyle bir akşamdan sonra zaten kimin canı sevgilisine sarılıp sabahlara kadar gevezelik yapmayı çeker ki?
En iyi seçenek yatıp uyumak ve o tatsız akşam yemeğini unutmaya çalışmak oluyor haliyle! Böyle yapınca da nüfusun artış hızının düşmesinden daha doğal ne olabilir?
“Peki ne yapacağız, nasıl mutlu olacağız” sorusunun tek bir yanıtı da yok tabii. Ama ben size Herman Hesse’nin bir sözünü aktarayım, en iyisi onun yolundan gitmeye çalışmak gibi geliyor bana:
“Sevilmek mutluluk değildir. Her insan kendi kendini sever; ama mutluluk bir başkasını sevmektir.”
Paylaş