Paylaş
Ama toprağı bol olsun, kendisi büyük bir yazar olmakla beraber kişisel hayatında pek de tutarlı bir insan değildi.
Aynı günlüklerin bir yerinde şöyle bir not da var: “Onu bir an gördüm. Tanrım, ne çekici, ne güzel! Hayatımda hiç duymadığım bir aşkla tutkunum ona. Ondan başka şey düşünemiyor, ıstırap çekiyorum.”
Gördüğünüz gibi adam dünyanın en muhteşem aşk romanı Anna Karenina’yı yazmış ama “aşkı hiç tatmamak” ile “aşk için ıstırap çekmek” arasında gidip geliyor.
Aşk da zaten böyle gelgit olaylarının yaşandığı bir durum.
Âşık olan da ıstırap çekiyor, aşkına karşılık bulamayan da.
Birlikte çalıştığımız benden hayli genç arkadaşlarımdan biri geçenlerde çok sevdiği bir kızdan ayrılmak zorunda kaldı. “Terk edildi” de diyebiliriz belki bu duruma ama bu biraz sinir bozucu bir kavram.
Ama tanınmış bir müzisyen olan bir başka arkadaşımız var ki o terk edildiğini açıkça kabul ve ifade edebiliyor ve bu nedenle acı çekiyor.
Ona bunu değerlendirmesini, yaratıcılığın böyle durumlar ile tetiklendiğini söyledim ama işe yaradığını sanmıyorum.
Oysa dillerden düşmeyen şarkıların hemen hepsi, geçip giden bir sevgilinin ardından yazılmış ağıtlar gibi sanki.
Hatta bir adım ileri gidip şöyle bile söyleyebilirim: Büyük müzisyenler terk edilip aşk acısı çekmeselerdi, bugün dinlediğimiz şarkıların çoğundan mahrum kalırdık!
Öte yandan şunu da biliyoruz ki, iki kız da oğlanları seviyor. En azından böyle söylüyorlar.
Ama ilişkideki “yorgunluklar” böyle sonuçlar yaratabiliyor.
Simone De Beauvoir’a göre seven erkek, sevdiği kadına sahip olarak onu kendi varlığına katıyor. Kadın ise kaderini “teslim olmakta” buluyor. Ama kadın gerçekten sevildiğine inanmazsa da kendisini tam olarak teslim etmiyor.
Şöyle yazmış: “Erkeğe gelince, bir kadını seviyorsa, ondan istediği o sevgidir, ama kadından beklediği bu duyguyu kendisi için varsaymaktan uzaktır. Aynı şartsız teslimi arzulayan erkekler çıksa da, bence bunlara erkek denemez.”
Sanıyorum esas sorun da bundan kaynaklanıyor. Aşkın eşitsiz gelişme yasasının bir sonucu bu.
“Kadın Beyni” isimli kitabı ülkemizde de yayımlanan nöropskiyatrist Dr. Louann Brizendine, romantik aşk durumunun sevgiliyi kaybetme ya da terk edilme duygusuyla yeniden tetikleneceğini yazıyor.
Şöyle diyor: “Terk edilmek, aslında hem kadınlarda, hem de erkeklerde beyin devrelerindeki aşk tutkusu tepkimesinin derecesini yükseltir. Beynin bu kısmı umutsuzca, aç biçimde sevgiliyi arar.”
Bunun sorumlusunun kim olduğunu merak ediyorsanız, adı “anterior singulat kortex”. Beynin endişe ve eleştirel yargıyla ilgili kısmı yani!
Beynimizin bu bölümü, sevgiliyi kaybetmek üzerine olumsuz düşünceler geliştirdikçe de sevgiliye yönelik olarak acı dolu bir arayış ya da bekleyiş başlıyormuş.
Aslına bakarsanız bu kadar karmaşık ifade etmeye de gerek yok, rahmetli anneannem gibi söyleyecek olursam “Gönül, kaçanı kovalar” demeliydim, daha anlaşılır olurdu!
Dr. Brizendine, aşk acısının kadınlarda depresyona neden olduğunu, yemeden içmeden kesilme, ağlama nöbetleri,
uyku azalması, çalışamama, bir şeye konsantre olamama sonuçlarını yarattığını söylüyor. Erkekler ise hayattan vazgeçmek gibi bir ruh durumuna giriyorlarmış.
Doktor hanımın tezine göre bütün bunları aşmanın bir tek yolu var, o da beynimizin yeniden dopamin ve oksitosin salgılamasını sağlamak! Bunu sağlayacak şey de çiviyi sökecek yeni bir çivi bulmak!
Ben bunun o kadar kolay olmadığını düşünüyorum.
Aklımız ve ruhumuz, bizi bırakan sevgiliyle meşgulken, ilgimiz bir başkasına nasıl kaysın? Hadi kadın çok güzeldi, erkek çok yakışıklıydı, dikkatimizi çekti diyelim, ona “çiviyi sökecek çivi” muamelesi yapmak futbol diliyle söyleyecek olursak en azından “fair play”e sığmaz!
Sonuç olarak arkadaşlarıma şunu söylüyorum: Aşk acısı insanın duyarlılığını artırır, ki bu iyi bir şey de sayılır, tadını çıkarmak gerekir.
Türk sanat müziği dinlerken efkârlanmak, arkadaşlarla iki tek atıp efkâr dağıtmak için Yakup’a gitmek, ofiste bir kenarda mahzun otururken kızların kalbindeki acıma duygularını harekete geçirmek gibi yan yararları da var bu durumun.
Yapılacak en yanlış iş de sanırım, doktor hanımın önerisine uyacağım derken hayatını altüst edecek bir yanlışa çatmaktır! Sonra gelsin sabah uyandığında yaşayacağın pişmanlık duyguları ve kendinden nefret etme durumu!
Pirinçlere kıymayın efendiler!
GEÇEN gün “En iyi domatesli pilav nasıl pişer” tartışması yaparken (ve elbette bu konuda iddiaya da girerken) konu dönüp dolaşıp “pirince yapılan saygısızlığa” geldi.
Rahmetli Tuğrul Şavkay ile de bu konuyu çok konuşurduk.
Gittiğimiz lokantalarda, “fine dining” lokantalarından tutun da, sıradan ızgaracılara kadar hemen hepsinde, pilav, yemeğin yanında bir garnitür gibi sunuluyor.
İtalyan lokantaları bile bundan kendisini kurtaramıyor, bakıyorsunuz etin ya da tavuğun yanına bir kepçe de rizotto kondurulmuş!
Bizim mutfak geleneğimizde pilav ana yemekten sonra yenen bir yemektir, garnitür değil. İyi bir pilav, yenilen yemeği taçlandırır, mideyi tatlıya ve kahveye hazır hale getirir.
İtalyan mutfağında da ikinci tabaktan önce yenen bir ana yemek rizotto.
“Bunca sorunun arasında derdin bu mu” diyenler çıkacaktır elbette. Evet, birileri de bunları kendisine dert edinmeli ki, büyük Türk mutfağı kültürü, görgüsüz ellerde yok olup gitmesin!
Aşçılık okullarında bu konu nasıl işleniyor bilemiyorum ama hiç olmazsa eğitimli şeflerin bu hataya düşmelerinin önüne geçmek için uyarmakta yarar var.
Pirinç, kutsal bir tahıldır ve ona gerekli saygıyı göstermesi gerekenler de öncelikle şefler olmalıdır.
Paylaş