Paylaş
Hatırlayacaksınız, önce bir kişi tutuklandı. Polis, yakaladığı kişinin zanlı olduğuna karar verdi, savcı tutuklanmasını istedi, mahkeme de tutukladı. Ertesi gün olayın asıl faili ele geçirildi. Meğerse ilk adam suçsuz yere tutuklanmış.
Yanlış kişinin tutuklandığı anlaşılınca Cumhuriyet başsavcısı şöyle konuşmuş:
“M.V.D.’yi tutuklamakla yanlış yaptık ama sonuçta yanlıştan da döndük”.
Suçsuz yere tutuklanan M.V.D. ifadesinde suçlu olmadığını söylemişti, bunu da hatırlıyoruz. Ama savcılık ve mahkeme onun ifadesini ciddiye almadı ve tutuklama kararı verdi. Tutuklama kararının verilmiş olması için, polisten savcılığa gönderilen soruşturma dosyasında bazı “somut” deliller bulunmalıydı.
Çünkü bir ceza yargılamasında asıl olan kuşkunun bulunmamasıdır.
Bu olayda M.V.D. aleyhine somut bir delil bulunmuş olamazdı, çünkü tecavüz eden de, cinayeti işleyen de başkasıydı.
Suç ile M.V.D.’yi birbirine bağlayan şey, soruşturmayı sürdüren polisin kanaati olmalı.
Olabilir, polis dedektifleri kendi tecrübelerinden de yararlanarak bir kişinin suçlu olduğuna kani olabilirler.
Savcının ve yargıcın bu “kanaatten” daha fazlasına ihtiyaçları vardı.
Kuşkuyu ortadan kaldıracak somut kanıtlar görmeliydiler ama bunu yapmadılar, polise inandılar ve tutuklama isteyip tutukladılar.
Adalet sistemimizin ayarı feci şekilde bozulmuş bulunuyor.
Polis fezlekesi çok geçmeden iddianameye dönüşüyor, yargılamada nasıl savunma yaparsanız yapın iddianame de hüküm haline geliyor.
Bir hukuk devletinde asla affedilemeyecek, tahammül edilemeyecek bir durum bu.
HSYK, bu konuyu ciddi olarak ele alana kadar da zanlılar hakkında kesin ve somut delil görmeden tutuklama kararı vermeyecek savcı ve yargıçları sanırım sadece Amerikan polisiye filmlerinde, dizilerde göreceğiz.
12 Eylül ile benzerlik var ama!
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, Gezi Parkı eylemlerini ve ardından olaylar sırasında meydana gelen can kayıpları ile ilgili protestoları şimdi de 12 Eylül öncesi olaylara benzetti.
12 Eylül’ün üzerinden 33 yıl geçti. Memleketimizin yaş ortalaması dikkate alındığında vatandaşlarımızın yarısının 12 Eylül günlerini de, öncesini de hatırlama olanakları pek yok.
Bir şeyler biliyorlarsa da ya kulaktan dolma ya da o günlerle ilgili olarak okudukları kitaplardan biliyorlar.
Kitap okumayanların sayısının, kitap okuyanlara ezici üstünlük kuracağı da bir gerçek olduğuna göre, Başbakan’ın sözlerini ciddiye alacak insan sayısını hiç küçümsememek gerekir.
O günleri önce üniversitede öğrenci, sonra da genç bir gazeteci olarak
yaşamış birisi olarak söyleyebilirim ki
bugünkü olaylar ile 12 Eylül öncesi olaylar arasında küçük de olsa bir benzerlik kurabilmek mümkün değil.
Başbakan’ın o günleri hatırlamıyor olması da mümkün değil, ama artık biliyoruz ki İslamcı siyasette doğru olmayan şeyleri de doğruymuş gibi propaganda malzemesi yapmak
normal bir durum.
O günlerle ilgili olarak ders almamız gereken çok şey var. Ama günümüz iktidarının da o günlerden çok da fazla ders çıkarmamış olduğunu görüyorum.
Birincisi, siyasetin bir kamplaşma yaratmak için kullanılıyor olmasıdır.
Günümüz siyasi aktörleri de tıpkı
12 Eylül öncesindekiler gibi en temel meselelerde bile uzlaşamıyorlar. Her sorun kutuplaşmayı artıracak şekilde kullanılıyor, siyasi tansiyon sürekli yükseltiliyor, gerilimden siyasi kazanç bekleniyor.
İkincisi ise polisteki aşırı siyasallaşmadır. Polis, tıpkı o günlerde olduğu gibi siyasallaşmış bulunuyor.
Polis Akademisi’nin mezuniyet töreninde Başbakan’a toplu tezahüratlar yapılması, gösterileri dağıtmaya giden polislerin sanki düşman ordusuna saldırıyormuşçasına “Allah Allah” nidalarıyla hücuma geçmesi bunun örnekleridir.
12 Eylül öncesindeki kamplaşmadan ve polisin siyasallaşmasından vardığımız yer belli.
Başbakan, 12 Eylül öncesinden ders çıkarmak istiyorsa, önce dönüp bu konulara bir bakmalı.
Evet, konuyu mahkemede tartışalım!
BİZİM memleketimizde kamu yöneticilerinin gazeteciler ile ilişkisinde ilginç bir durum var.
İşlerine gelmeyen soruları duymazlar ama üzerinde laf cambazlığı yapabilecek bir konu yakaladılar mı, bunu da kaçırmazlar.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın durumu da böyle!
Ahmet Hakan’ın, Taksim Meydanı düzenlemesi ile ilgili yazdıkları için hemen telefona sarılmış, anlatmış da anlatmış.
Ama ırkçı profesörü neden hâlâ sanat danışmanlığında tuttuğunu belki on kere sordum, tık yok!
Bu vesileyle bir kez daha sorayım: Irkçı nefret suçu işleyen bir profesörü sanat danışmanlığında tutmak sizin için utandırıcı bir durum değil mi?
Bir not da ırkçı profesör için: Bir tweet atmış ve beni nefret suçu işlediğim için mahkemeye vereceğini söylemiş.
Dört gözle mahkeme celbini bekleyeceğim!
Madem savcılar bunun için kıllarını kıpırdatmıyorlar, belki konuyu bir mahkeme zemininde hep birlikte yeniden tartışma olanağımız olur!
Adresim gazetede var, mahkeme celbini oraya gönderebilirsiniz.
Paylaş