Su ve hayat...

TÜRKİYE’de "su" deyince, "baraj" deyince, "ışık" deyince akla ilk gelen isim, Süleyman Demirel’dir. Kendini "Bir ömür boyunca suyun peşinde koşan adam" diye tanımlayan Demirel, suyu ve su ile özdeşleşen kendi hayat hikáyesini "Bir Ömür Suyun Peşinde" isimli iki ciltlik bir eserle dile getirmiş.

Zengin içeriği ve pırıl pırıl baskısıyla göz kamaştıran bu güzel kitaptan birini de imzalayıp bana gönderdi. Bugün dünyamızda yaşanan "su" ve "çevre" sorunlarıyla birlikte ele alınıp okunduğunda, bu kitabın Türkiye’nin geçmişini anlatmak, geleceğine ışık tutmak açısından büyük bir değer taşıdığını görüyoruz.

* * *

Demirel 1920’li, 1930’lu, 1950’li yılların sıkıntılarını ve sonrasındaki iktidar yıllarının Türkiye’sini anlatıyor bu kitabında. Sonra, Cumhuriyet’in bu ülkeye taşıdığı nimetleri. Radyoyu ilk defa 1936’da dinlemiş, 1949 yılında mühendis olup suyun peşine takılmış. 31 yaşında DSİ’ye Genel Müdür olmuş, Türk insanını da bu yıllarda tanımış. Harran Ovası’ndaki kuşun susuzluğunu, insanın susuzluğunu orada görmüş. Kuyuların başında çamur ile suyu ayırmaya çalışan kadınları orada tanımış. "Bizim İslamköy’de evin 150 metre ötesinde su çeken anamı hatırlarım. Suyu taşırken, kollarının uzadığını hissederdim" sözleriyle duyduğu yürek yangınının ıstırabını ortaya koyuyor Demirel.

Su ve hayat... Birbirinin vazgeçilmez kaynağı. Biri olmadan öteki de olmuyor. Bunun önemini yüce Yaratıcı, Hud Suresi 7. ayette şöyle anlatıyor: "Arş’ı (kudret ve hákimiyeti) suyun üzerinde iken, yerleri ve gökleri 6 devrede yaratan O’dur..."

Klasik felsefede "anasır-ı erbaa" diye tabir edilen varlık álemi şu dört unsurdan oluşuyor: Hava, toprak, ateş ve su. Dünyanın dörtte üçünün, insan vücudunun yüzde 75’inin ve tabiattaki bütün canlıların sudan oluşması, suyun hayat için taşıdığı vazgeçilmez önemi anlatıyor bize.

Allah’ın şaşmaz düzeninin dengesidir bu. Bilim adamlarının tespitlerine göre, her bir saniyede gökten dünya üzerine 17 milyon ton su düşmektedir. Aynı anda bir o kadar su, dünya yüzeyinden buharlaşarak atmosfere karışmaktadır. Bu, toplam su stokunun sadece yüzde 2.7’sidir. Tatlı suların çoğu kutuplarda ve dağ tepelerinde buz halindedir. Yüzeyde, göl ve ırmaklarda bulunan tatlı su miktarı ise 200 bin kilometreküp kadardır. Bu miktar, toplam su stokunun 0.015’idir. Her yıl yağışlarla inen 500 bin kilometreküplük tatlı suyun 40 bin kilometreküpü göllere, ırmaklara düşer. Okyanuslara, çöllere ve dağ tepelerine kar olarak iner. Tüm dünya yılda 4 bin kilometreküp tatlı su kullanır.

Hayatın merkezinde yer alan su, bütün dinlerde de kutsal sayılmıştır. İster Müslüman, ister Hıristiyan olsun, vaftiz olmak için de, abdest almak için de suya ihtiyacı vardır. Su, aynı zamanda hem ödüllendirme, hem cezalandırma aracıdır. Nuh Tufanı ile ilgili Kur’an ve Kitab-ı Mukaddes’te yer alan anlatımlar, suyun yeryüzünde ilahi iradeye ters düşen insanların toptan helakinin bir enstrümanı olarak takdim edilmektedir. Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 14: 27-28’de, Mısırlıların elinden kaçan Musa Peygamber’e Kızıldeniz’in kapılarını sonuna kadar açtığından bahsedilmektedir. Yine aynı kutsal kitapta suyun, Tanrı’nın dışında insana en fazla merhametli bir varlık olduğu ifade edilmektedir.

Yüce Allah, Kur’an’da dikkatlerimizi öncelikli olarak suya çekmiş ve suyun hayatın temeli ve esası olduğunu belirtmiştir: "Bizim, diri ve canlı olan her şeyi sudan yaratıp meydana getirdiğimizi görüp anlamıyorlar mı?" (Enbiya, 30)

"Allah, canlıların hepsini sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür." (Nur, 45)

Kur’anda cennet bahçeleri tasvir edilirken de içinde nehirler ve pınarlar bulunan güzellikler anlatılır. Su, Kur’an-ı Kerim’de mecazi olarak yeniden dirilişin de sembolü olarak kullanılmaktadır: "Ölü diyarlara hayat vermek ve yarattığımız nice hayvanlara su vermek için gökten tertemiz suyu da biz indirdik." (Furkan, 48-49)

* * *

Yazımızı "Suyu Arayan Adam"ın sözleriyle bitirelim:

"Çatlamış dudakların, yarık toprakların, sararmış ekinlerin ümididir. Yağmurdur, kardır, çığdır, doludur, çiğdir, nemdir, buhardır, dalgadır, tufandır, seldir. Süpürür götürür; öfkesi, gazabı müthiştir. Işıktır, yeşildir, ekmektir. Sevincin ve ıstırabın ifadesi gözyaşıdır. Alın teridir, çalışanın mükáfatıdır. Evrenin mucizesidir. Tanrı’nın şahididir."

Ve nehirler...

"Nehirler, yaşayan bilmecedirler. Felaketin ve aynı zamanda saadetin kaynağıdırlar. Hafızaları vardır. Yerlerini, yurtlarını, yataklarını hatırlarlar. Oraları işgal etmiş olanlardan, zaman zaman döner, kira alırlar. Her hallerini bilirim nehirlerin. Yorulmak, durmak, dinlenmek bilmezler. Ama, hep bir yere giderler. Ummana... Nehirleri felaket kaynağı olmaktan saadet kaynağı olmaya çevirmek için, araya ilim ve fen erbabının, mühendisin girmesi lazımdır. Mühendis, nehirlere gem vurur, altın kelepçe vurur, küpe takar, gümüş eğer vurur. Baraj, elektrik santralı, köprü ve kanaldır bu. Bunlarla nehir refah ve medeniyetin hizmetindedir. Nehirler, yeryüzünün alın çizgileridir."

Suyu anlamak için bu kitabı okumak gerek. Suyu fazla zengin olan bir ülke değiliz. Suyun kıymetini bilelim, onu kirletmeden, israf etmeden, akıllıca ve idareli kullanalım. Su gibi aziz olun!

SORALIM ÖĞRENELİM

Dinimiz cinsiyet değiştirmeye nasıl bakar?

Ö.T./İSTANBUL

İslam dini, fıtri hayatı esas alır. Erkek, erkek olarak; kadın da kadın olarak yaşamını sürdürmelidir. Nisa Suresi 119. ayette şöyle buyurulur: "(Şeytan) Onları mutlaka saptıracağım. Mutlaka onları kuruntulara sokacağım. Ve onlara emredeceğim. Hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse şüphesiz o, apaçık bir hüsrana düşmüştür." Bu ayet hükmünce cinsiyet değiştirmek dinimizde yasaklanmıştır. Ancak, doğuştan cinsiyeti belirsiz veya çift cinsiyetli olan kimselerin ameliyatla cinsiyetlerinin düzeltilmesinde bir sakınca yoktur. Buna da ancak uzmanlar karar verebilir. Yani, bir zorunluluk yokken bu yola başvurulması doğru bulunmamıştır.

Kur’an-ı Kerim’de köle ve cariyelikle ilgili ayetler var. Bunu mantığım almıyor. Siz ne dersiniz?

Şule AYAZ/ANKARA

İslam dini kölelik ve cariyelik sisteminin hemen hemen bütün toplum ve geleneklerde kökleştiği bir asırda zuhur etmiştir. O dönemde savaş esirleri bir meta gibi alınıp satılırdı. İyi tetkik edenler bilir ki, İslam’ın gayelerinden biri de insanı mal gibi telakki eden bir zihniyeti bertaraf etmekti. Ancak, yüzyıllık geçmişi olan bu zihniyeti bir anda ortadan kaldırmak imkánsızdı. Bunun için İslam, fiili durumdan hareketle zihniyet ıslahını zamana yayma siyaseti gütmüştür. Bunun örneklerini Hz. Peygamberimizin hayatında yakından görüyoruz. Sonuçta kölelik ve cariyelik müessesesi tamamen tarihe karışmıştır.

Namazları hangi hallerde cem edebiliriz (birleştirebiliriz).

Esma KAYA/ANKARA

Namazlarınızı yolculukta veya namazınızın kazaya kalmasını gerektirecek bir mazeretinizin olması halinde öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı herhangi birinin vaktinde birleştirerek kılabilirsiniz.
Yazarın Tüm Yazıları