Paylaş
Bizdeki kulüp başkanlığı ne nankör şeydir Allahım. Bütün dünyada da böyle midir, bilemiyorum. Ancak ülkemizdeki durum bir felaket...
Sahadaki adamlar gol atabildikleri sürece koltuğunuzda rahat oturabiliyor, hatta büyük büyük laflar edebiliyorsunuz. Ancak, takım gol yemeye başladığı veya yediğinden fazla gol atamadığı gün işler değişiveriyor.
Hemen idam sehpaları kurulmaya, ipler yağlanmaya başlanıyor.
Kulübün kapısından bile geçmemiş “arkadaşlar” da konuşur, akıl öğretir oluyor, en yakın gördükleriniz de sırtınızı sıvayanlar da saf değiştiriveriyor.
Dün Demirören bu durumdaydı. Bir ara Yıldırım bu durumlara düştü, kurtuldu. Şimdi sıra Adnan Polat' ta.
Muhalefet, bir defa kan kokusu aldı ya, peşini bırakmıyor. Bütün ümitleri de pazar günkü maçta tribünlerin Polat'ı protesto etmesiydi. Yazdılar, çizdiler, ancak olmadı. Taraftar bu defteri şimdilik kapatmış.
Hele maç, zar zor dahi olsa 1-0 galibiyetle bitince herkes rahatladı. Kimse Başkan ile uğraşmadı. Ancak, öyle bir GS takımı izledik ki eğer önümüzdeki haftalarda da böyle oynayacaklarsa, emin olun, Adnan Polat' ı muhalefet değil, kaybedilecek maçlar bitirir. Gol atamayan, doğru dürüst paslaşamayan bir GS izledik. Sadece şanslıydı. Unutmayalım ki şans her gün insana gülmez...
YARGI, LAİK CEPHENİN SON SAVAŞINI VERİYOR...
İktidar ile yargı arasındaki kavgayı büyük bir heyecanla izliyorum.
Tam bir meydan muharebesi, bir güç mücadelesi ile karşı karşıyayız.
Dışarıdan bakan gözlemcilerin aklı almaz.
Nasıl olup da bir ülkeyi yöneten siyasi iktidarın, kendi yargı sistemiyle böylesine büyük bir kavgaya girebileceğini çözmeye, anlamaya çalışırlar. Lakin anlamaları zor.
Çünkü bir sistem değişiyor, ya da bir dünya görüşü değiştirilmeye çalışılıyor.
Biraz geriye gidelim ve durum eskiden nasıldı, bir bakalım.
ESKİDEN HUKUK, LAİK SİSTEM VE DEVLET İÇİN EĞİLİP BÜKÜLÜRDÜ
Bizim “laik sistemi” kollama mekanizması, geçmişte, bir yandan Asker öte yandan da Yargı'ya dayandırılmıştı. Önemli olan, hukukun uygulanması değil, yargı yoluyla laik sistemi ve devleti korumaktı. Davalar çok uzarmış, verilen kararlar çelişkiliymiş, insanlar yıllarca gözaltında tutulur, hatta hapishanelerde unutuluverirmiş, kimsenin umurunda bile değildi. Yargıçlar yasaları, daima devletten yana yorumlarlardı. Önemli olan kişi değil, devletti. Devletin bütünlüğü, laikliği, otoritesi korunmalıydı. Hukuk, bu amaçlarla eğrilir, bükülürdü.
Bugün duyduğunuz kimi şikayetler var ya bu şikayetlerin aynıları eskiden de vardı, ancak kimsenin sesi duyulmazdı. Eski uygulamalar ile bugünküler arasında pek bir fark yoktu.
Tek fark, aktörlerin yer değiştirmesi.
Egemen olan ile, mağdurun yerleri değişti.
Laik sistemi koruma adına oluşturduğumuz, bir korunma mekanizmasının tuzağına düştük.
İktidar, yargının eski bakışını, alışkanlıklarını ve görev anlayışını değiştirmesini ve Türkiye'ye kendileri gibi bakmasını istiyor.
Yargının bir kesimi ise, alışkanlıklarını bırakmak istemiyor. Her siperde savaş veriyor, direniyorlar.
Türban üniversite siperinde düşüyor, sınavlarda engelleniyor... Kararlarda, laik devletin önceliği sürdürülüyor... Laiklik uğruna kısıtlanan kimi özgürlükler önemsenmiyor.
Yargı, Askerin etkinliğini kaybettiğine, laiklik mücadelesinde kendilerinin son kale kaldığına inanıyor ve savaşıyor.
Ancak, arkadan takviye gelmiyor.
Siperler teker teker düşüyor.
Böyle giderse, genel seçimlerin sonuçlarına göre yapılacak Anayasa değişikliği, son siperlerin de ortadan kalkmasına yol açacak. Yargının bir kesimine göre, son Büyük Taaruz olacak.
Buna dayanmanın da imkanı yok.
Anayasa değişikliği olmazsa dahi, bu kuşatmanın çok uzun sürmeyeceği, uzun süre dayanılamayacağı ortada.
Yani, kazanılması imkansız bir mücadele sürdürülüyor.
Eninde sonunda, beyaz bayrak sallanırken görülecek.
* * *
DAVUTOĞLU ARTIK YOĞURDU ÜFLEYEREK YİYOR...
Ahmet Davutoğlu (AD), dışardan övgü-alkış aldıkça, adeta daha temkinli adımlar atmaya dikkat ediyormuş gibi bir izlenim ediniyorum.
Hepimiz insanız. Son dönemlerde AD için Amerikan ve Avrupa basınında çıkan yazıları bilmem okudunuz mu? Şimdiye kadar hiçbir dışişleri bakanına nasip olmamış bir övgü kampanyası var.
Kim keyiflenmez, kimin başı dönmez ki...
Acaba, bizler alışmadığımızdan mı, yoksa gerçekten yeni bir oyuncak bulmanın heyecanıyla mıdır bilemiyorum, bir ara Davutoğlu uçuyordu.
Davutoğlu' nun enerjisini ve her yere el atmasını küçümsemiyorum. Türkiye’nin bölgedeki görünürlüğünün artması, ciddiye alınan bir oyuncu konumuna girmesi beni de çok keyiflendiriyor. Eski tavşan pisliğini andıran, kokmayan bulaşmayan politika yerine, şimdi kendine güvenen, sesini yükselten bir Türkiye'nin ortaya çıkması çok doğru bir yaklaşım. Abartılmadan, tuzaklara düşmeden sürdürüldükçe, kişisel gösterişe dönmedikçe de, bu yaklaşımın ülkeye yarar getireceğinden eminim.
İşte bu çerçevede dikkatimi çeken gelişme, Davutoğlu'nun Orta Doğu sahnesine yaptığı crash landing (sert iniş) sonrasında, giderek daha dikkatli davranmaya başladığıdır.
Belki, geçici bir yaklaşımla karşı karşıyayız .
Belki, fırsat gelince yeniden uçuşa geçilecek.
Ancak ne olursa olsun, Filistin konusunda, Washington duvarına çarpma tehlikesinden son anda, Füze Kalkanı Projesi sayesinde kurtulunması, Lübnan batağında debelenilerek prestij kaybetme tehlikesinin erken farkedilmesi ve İran'ın Nükleer Macerasını, eskiye oranla biraz daha mesafeli durarak veya çok fazla iç içe görüntü vermeden izleme yaklaşımı, son derece yerindedir.
Bunlar, bölgedeki gerçeklerin ve daha da önemlisi, Türkiye’nin gelişmeleri etkileme gücündeki sınırların iyi görülmesi ve sınırları zorlamama gereğinin anlaşılmaya başlandığının işaretleridir.
Umarım, bu sağduyulu tutum devam eder.
Paylaş