Paylaş
İyi ki deprem oldu Türkiye'de... Ağzı olan konuşmaya başladı. Sayın Demirel'in dilinden düşürmediği ‘‘Gonuşan Türkiye’’, konuşmaktan öteye, ‘‘Bülbül gibi şakıyan Türkiye’’ hálini aldı.
Ama, kimi garnından gonuşuyor.
Ama, kiminin ağzından çıkanı, kendi kulağı bile duymuyor.
* * *
17 Ağustos depremi sırasında İstanbul'daydım... Fena şekilde sallanınca, cahil aklımla, sevgili eşimi kolundan kaptığım gibi, kapı kirişinin altına sığındım...
Elektrikler gelene kadar, televizyon açamadığım için, radyo dinledim...
Kiriş altına değil, dört ayaklı masa altına girmek gerekirmiş...
Son depremi Ankara'da yaşadım... On iki katlı bir binanın en üst katında oturuyorum...
Ankara ciddi bir yer olduğu için, sallanıp yuvarlanmakla yetindim...
Asansöre binmemek gerektiğini anlattı birisi...
Adam kazık kadar ‘‘bilim adamı’’... Ona inanmayacaksın, onu dinlemeyeceksin de, kime inanacak, kimi dinleyeceksin?
* * *
Deprem şokunu atlattıktan sonra, deprem sırasında ne gibi tedbirler alınabileceği konusundaki bilimsel açıklamaları izlemeye koyuldum.
Daha önemlisi, loto-toto-atyarışı tahmini kertesindeki deprem yeri ve derecesi tahminlerine baktım.
Otuz üç (rakamla: 33) üniversitemizde, ‘‘Jeofizik Bölümü’’ varmış...
Yok yaaavvv!
Her kürsüye bir profesör, iki doçent, dört yardımcı doçent, sekiz araştırma görevlisi düşüyormuş...
Yapma yaaavvvv!
Bunların yarısı jeofizikçi, öbür yarısı metafizikçi...
İlk sarsıntıyla yarısı, artçı sarsıntı ve sallantılarla öbür yarısı uyanıyor. ‘‘Medyatik’’ olunuyor hemen...
Mesele, piyar (a.k.a.: public relations), tanıtım, pazarlama...
‘‘İstanbul gidecek... Ankara'da bişicikler olmaz... Karaman'dan şüpheliyim, olabilir...’’
Ortalama vatandaşın bilime, bilim adamlarına saygısı var. Herkes sokağa dökülüyor. Bahçede yatıp kalkıyor. Üşütüyor, zatürree bilem oluyor.
* * *
Bu depreme şükrediyorum... Olmasaydı, TPAO araştırma gemileri Marmara Denizi'nin sualtı topografyasını çıkaramayacaktı.
Dibimizde ne var? Nerede oturuyoruz, nerede yaşıyoruz? Bilmeyecektik...
* * *
II. Abdülhamit cuma namazına yetişecekti. Şoför (sürücü) acele etti. Eşek-katır-at kırması iki beygirin çektiği landon, o hızla Haliç'e uçtu.
Suya giren, yüzme bilen tek padişahımız olarak, karaya vurdu.
Haliç'in derin sularında, o at arabası hálá durur.
Çıkarmadılar. Aramadılar. Üşendiler.
Dibimizde nelerin bulunduğunu merak bile etmediler.
* * *
‘‘Üç tarafı denizlerle çevrili’’ bir ülke olmakla övünüyoruz...
‘‘Uzak Asya'dan dört nala gelip Akdeniz'e uzanan bir kısrak başı’’ olmak bizi kıvandırıyor.
‘‘Avrasya Köprüsü!’’ olmak da hoşumuza gidiyor. İki kıtayı birleştirmek hayali, iyi bir rüyadır.
* * *
Serdar Turgut ciddi bir bilim adamıdır. Son zamanlarda ‘‘sapık’’ takıldığına bakmayın, NYU'da (New York University) sekiz yıl hocalık yaptıydı. Doktora tezi de şimdi yazdıklarına aykırıydı.
‘‘1946-1950: Türk Tarımında Konjonktürel Değişmeler’’...
Alaturka kenefte oturmanın kitap okumaya uygun bir zemin olmadığını, ancak alafranga klozette otururken kitap-gazete okunabileceğini anlattıydı.
Etnik tarihimizde, ‘‘su gördüğümüzde’’ fenalaştığımızı söyledi.
Ya ‘‘Su akar, Türk bakar!’’ demeye getirdi, ya ‘‘Atın ölümü arpadan, bizimki sudan olsun!’’ dedi.
Dibimizde neyin olduğunu, neyin nereye aktığını, hangi sarnıçların kaç debi su akıttığını bilmedik, bilemiyoruz...
Neyse ki, bu deprem oldu.
Haliç'in, Marmara'nın dibinde ne olduğunu yeni merak etmeye başladık...
Akşam yemeğinden sonra ‘‘Sabah-ı şerifleriniz hayırlı olsun’’...
Dis iz dı buk! Evri badi sipik ingliş!
Good morning after supper!
Paylaş