El Mariachi (Antonio Banderas) kötülere karşı savaş vermek için gitar çantasını alır, müzikle birlikte silahlar çekilir ve Johnny Depp muhteşem oyunculuğuyla filmi bambaşka noktalara taşırdı. İşte Hollanda karşısındaki Meksika, son dakikada gelen gollere kadar bu unutulmaz filmi aklıma getirdi. Giovanni dos Santos, o muhteşem sol ayağını Meksika’nın en ihtiyacı olduğu anda kullanarak Hollanda’yı baskı altına alıyor, Ochoa ise kritik kurtarışlarıyla Meksika’yı bambaşka noktalara taşıyordu.
Son bölümde Meksikalılar, tekila bardaklarını hazırlamış “tek shotla” çeyrek finale gideceklerine inanıyordu ancak Hollanda, unutulmayacak bir geri dönüş yaptı. Sneijder, turnuvadaki en kritik golü atarken, “Maç daha bitmedi” diyen isim oldu. Karşılaşmanın durmak bilmeyen adamı Robben ise yarattığı ‘tartışmalı’ penaltıyla Hollanda’yı çeyrek finale taşıdı.
CEZAYI ÖDEDİLER
GOLE kadar sahada kimseyi tatmin etmeyen, sıkıcı bir futbol vardı. Meksikalı futbolcuların özgüven eksikliği de fazlasıyla göze çarpıyordu. Golden sonra Meksika Teknik Direktörü Herrera’nın takımını savunmaya çekmesi Hollanda’nın işine yaradı. Bu kadar atak gücü yüksek bir takıma karşı kalan dakikaları geriye yaslanarak oynayan Meksika cezayı elenerek ödedi.
SNEIJDER FARKI
MAÇ aynı zamanda yolu G.Saray’dan geçenlerin düellosuydu... Önce dos Santos Meksikalıları umutlandırıyor, ardından Sneijder, Hollanda’ya yeniden hayat veriyordu. Sneijder 2010’da olduğu gibi takımının en ihtiyaç duyduğu anda liderlik vasfını öne çıkardı. Sneijder’in golü, küçük yaşlardan itibaren kendini geliştirdiği kafes futbolundan esintiler sunuyordu. Hollandalı, zorlu koşullarda hızlı düşünmesini o yıllara borçluydu. Ve borcunu ülkesini bir kez daha çeyrek finale taşıyarak ödedi.
Popüler kültürün bilinen tabirlerinden biridir; “Meksika açmazı”... Bu tabirin en can alıcı noktası gerilim yaşayan iki tarafın birbirine ateş edeceğine inandığından silahlarını hiç bırakmamasıdır. Ancak bu deyimin kahramanı olan Meksikalılar, silahını bırakmakla kalmayıp Hollanda’nın da kendisine ateş etmesine izin verdi.
TANGOCULAR ülkesinde Maradona efsanesi bu kupada yerini Lionel Messi’ye bıraktı. Maradona son kez kupayı kaldırdığında 26 yaşındaydı, 10 numaralı formayı giyiyordu ve kaptanlık pazubandını taşıyordu. Tam 28 yıl sonra aynı özellikleri taşıyan Messi, Arjantinlilerin inancını artıran isim oldu.
Nijerya karşılaşması Arjantin’in özellikle çok tartışılan defans hattını görmemiz açısından önemli bir sınav oldu. Tangocular, hızlı hücuma çıkan Nijerya karşısında oldukça zor anlar yaşadı. Alınan 3-2’lik galibiyete rağmen Arjantin’in çok daha güçlü ve organize takımlar karşısında büyük sorunlar yaşayabileceği gerçeği de gün yüzüne çıktı.
ORTA SAHA DENGEYİ HENÜZ YAKALAYAMADIMaradona 1986’da Dünya Kupası’nı kaldırırken Arjantin’in her şeyden önce çok güçlü bir savunması vardı. Aynı zamanda Burruchaga, Enrique ve Giusti gibi takımı ayakta tutan orta saha bloğu en önemli etkenlerin başında geliyordu. Şimdinin Arjantini’ne baktığımızda ise Mascherano, Gago ve Di Maria’dan oluşan orta saha üçlüsü o dengeyi yakalayabilmiş değil. Higuain ve Agüero’nun da istenilen performansı yansıtamaması Arjantin’in hücum gücünü tamamen Messi’nin ayaklarına bıraktı.
MESSİ FAKTÖRÜARJANTİN’de 3 maçta 4 gol atan Lionel Messi, turnuvaya ne kadar konsantre olduğunu bir kez daha gösterdi. Grup maçları sonunda Messi’nin dışında Arjantin Milli Takımı’nda göze çarpan iki isim oldu. Birincisi Angel Di Maria diğeri ise genç sol bek Marcos Rojo...
Arjantin’in Bosna Hersek, İran ve Nijerya maçları birbirinden farklı öyküleri içinde barındırıyor. Sabella ve teknik ekibi bu maçlardan gereken dersi çıkarabilirse Arjantin tam 28 yıl sonra ezeli rakibi Brezilya’nın topraklarında futbol dehası Lionel Messi ile finale gidebilir.
İngilizler “Tanrı ve Hakkım” demişti yüzyıllarca ama karşılarında “Özgürlük ya da ölüm” diyen bir Uruguay vardı. Uruguaylı taraftarlar maçtan önce tek yürek, Eduardo Galeano’nun hafızalara kazınan o sözünü tekrarlıyordu; “Ben basit iyi bir futbol dilencisiyim. Elimde şapkam, dünyanın dört bir yanını geziyor ve stadyumlarda yalvarıyorum: Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen!...”
İngilizler ise final niteliğindeki bu maça konsantreydi. Manşetlerde Luis Suarez vardı ve herkes ilk ısırığı bu kez İngiltere’nin atacağına inanıyordu ama beklenen olmadı. Ve ilk ısırığı atan yine Suarez oldu. Bu gol Uruguay için son kez kupayı kaldırdığı topraklarda yoluna devam etmesi anlamına geliyordu. Kosta Rika’ya karşı ilk maçta alınan sürpriz mağlubiyet ve Suarez’siz futbol Oscar Tabarez’e büyük bir ders oldu. Özellikle Cavani tek başına yokları oynarken Suarez’in eksikliği fazlasıyla göze çarptı. Sakatlıktan tam anlamıyla kurtulamamasına rağmen Suarez, İngiltere karşısında sahadaki yerini aldı.
İngiltere, İtalya maçındaki iyi ve istekli futbolunu sahaya yansıtamadı. Özellikle kendisinden çok şey beklenilen Wayne Rooney attığı gole kadar büyük hayal kırıklığı yarattı.
FELAKET KALICIDIR
İNGİLTERE’nin beraberlik golünden sonra her şeyi başlatan adam Luis Suarez son noktayı da koymaya kararlıydı. Bir kez daha sahneye çıktı ve attığı ikinci golle takımının rüyasını sürdürmesini sağladı. Suarez’in golleri Eduardo Galeano’nun “Başarı hep geçici, felaket hep kalıcıdır” sözünü akıllara getirirken İngilizlere Dünya Kupası’nda değişmeyeni makus talihlerini hatırlatıyordu.
Tarihinde ilk Dünya Kupası zaferini 2010 yılında yaşayan İspanyollar, 2008 ve 2012'de elde ettiği Avrupa Şampiyonluğu ile son 5 yılın en başarılı takımı olmayı başardı. Bu başarının ardında ise geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden efsane teknik adam Luis Aragones ve Barcelona'dan ithal ettiği proje vardı.
Aragones, tam 50 yıl boyunca Avrupa Şampiyonluğu'na hasret kalan İspanya Milli Takımı'na yeni bir sistem getirdi. Barcelona'nın top hakimiyetine dayalı oyununu tamamen milli takıma entegre etti. Ve bu sistem ilk meyvesini 2008 yılında Avrupa şampiyonluğu ile verdi.
Guardiola'nın "tiki taka"sı artık İspanya Milli Takımı'nın da bir parçasıydı ve kökleri tamamen Barcelona'ya dayanıyordu. Aragones'in ardından gelen Vicente del Bosque de bu oyunu hiç değiştirmedi. Guardiola'nın sahalarda fırtına gibi esen sistemi İspanya'yı da yenilmez bir armadaya dönüştürdü. Bu yenilmezlik önce 2010 Dünya Kupası'nı ardından Euro 2012 zaferini getirdi. Ancak bu zaman zarfında Guardiola'nın, Katalan ekibinden ayrılmasıyla başlayan düşüş milli takıma da yansımaya başladı. O rakibini boğan ve kolayca sonuca giden İspanyollar artık yoktu. Ve korkulan oldu. İspanya rakibi Hollanda'dan tam 5 gol yedi...
Barcelona'nın son yıllarda çözülüşünün İspanya'ya da yansıyacağı kimsenin aklına gelmedi. Tiki Taka felsefesinin önemli ayakları Xavi, Iniesta ve Busquets eski formlarından uzaktaydılar. Top rakipteyken uyguladıkları 6 saniye kuralı bile eskisi kadar hızlı değildi. Bu değerlendirmeleri yaparken yazıya döküp dökmemekte kararsızdım... Ancak bugün İspanyol medyasının bir bölümünde "İspanya'nın başarısızlığının nedeni Barça'nın başarısızlığıdır" ifadelerini gördüğümde doğru düşündüğümü bir kez daha anladım...
Guardiola ile Barcelona tüm kupaları toplarken hep şu yorumlar yapılıyordu; "bu takıma kimi getirirsen getir, şampiyon yapar"... Belki de Guardiola bu sözleri kendi ülkesinde de sıkça duymuş olacak ki "hodri meydan" diyerek Barcelona'ya veda etti... Ancak tüm kupaları toplayan takım artık yoktu! Yerine gelen mirasçıları bile Guardiola'nın başarısına erişemedi... Barcelona'yı yıllardır zaferden zafere taşıyan ekolün rakipleri tarafından çözülmesiyle birlikte İspanyol Milli Takımı da aynı çözülmeyi yaşadı. Barcelona'da yaşanan fiziksel ve psikolojik çöküş eşzamanlı bir biçimde milli takıma da yansıdı. İsteksiz, bitkin ve çaresiz futbolcular kupalarla dolu 5 yıllık peri masalının sona erdiğini gösterdiler.
Şimdi yeni bir devrim zamanı! Bunun için ilk durak devrimin başladığı ve gücünü aldığı La Masia olacak...
Ribery’den yoksun bir Fransa’nın hücumdaki üretkenliği oldukça merak ediliyordu. İlk yarıda çok etkili bir Fransa yoktu. Özellikle Honduras katı savunma ile oyunu sahasında kabullenerek gol yememeyi planladı. Sezonun flaş isimlerinden Matuidi ve Griezmann ile şans bulan Fransa kilidi ancak ilk yarının son dakikasında Pogba’nın yarattığı ve Benzema’nın gole çevirdiği penaltı ile açabildi.
Golle birlikte Fransa son bölüme daha rahat başladı.Ve ikinci yarının başında gol teknolojisi sayesinde ikinci golü buldu. İlk 60 dakikalık bölümde sahanın en iyisi kuşkusuz Pog ba’ydı.
BENZEMA’NIN ŞOVU
BİRİ penaltıdan üç gol atan Benzema, Fransa için ne kadar vazgeçilmez olduğunu bir kez daha gösterdi. Real Madrid’deki geleceği tartışılsa da Benzema gerçek bir son vuruş ustası. Dünya Kupası boyunca da gollerine devam edeceğinin sinyallerini ilk maçtaki isteğiyle gözler önüne serdi. Fransa yeni ve başarıya aç bir jenerasyonla turnuvaya katıldı. Deschamps, Pogba, Matuidi ve Cabaye’den oluşan orta saha üçlüsüne çok güveniyor. Pogba için ayrı bir parantez açmakta yarar var. Fransa için Zidane ne kadar önemli bir futbolcuysa Pogba da yıllar sonra aynı şekilde anılacak potansiyele sahip.
Savunmada Varane ve Sakho genç yaşlarına rağmen hatasız oyunlarıyla Fransa’nın geleceğini oluşturduğunu gösterdi. Fransız teknik adamın getirdiği disiplin ve futbol anlayışına da eksiksiz uymaları ise Dünya Kupası boyunca en büyük avantajları olacak.Yaş ortalamasıyla kupanın en genç ekiplerinden Fransa ilk maçında güven verdi.
Sahada A planı olan ancak B ve C planları olmayan bir Yunanistan vardı. Buna bir de ilk 5 dakikada gelen gol eklenince tamamen oyundan düşen bir Yunaistan izledik. Kolombiya maç boyunca atletik yapıdaki oyuncularıyla ön plana çıktı. Cuadrado ve maçın yıldızı 23 yaşındaki James Rodriguez hücumdaki etkinlikleriyle galibiyeti getiren isimler oldu. Kolombiya’nın dikkat çeken bir özelliği oyunun son bölümünde de diri kalmalarıydı.
TURNUVANIN en merak edilen takımlarından biri olan Kosta Rika, Uruguay karşısında beklentilerin üstünde bir performans sergiledi. Savunma ve orta saha hattını kalabalık tutarak rakibini durdurmaya çalışan Kosta Rika hücumda ise Joel Campbell ile gol bulmaya çalıştı. Uruguay ise golle başladığı maçı hayal kırıklığıyla bitirdi. Elbette Luis Suarez’in yokluğunda Cavani ve Forlan ikilisinin beklenen uyumu sağlayamaması da dikkat çekti. Penaltı dışında Cavani ileride çok etkisiz kaldı.
HAYATTAN KEYİF AL
İkinci yarıda ise daha agresif olan Kosta Rika önce Joel Campbell ile beraberliği buldu ardından arka direk koşularıyla öne çıkan Duarte ile öne geçti. Son sözü Urane söyledi. Ve Kosta Rika kupanın ilk önemli sürprizine imza atan takım oldu. Tanrı’nın kendilerine bahşettiği hayattan keyif almayı yaşam felsefesi haline getiren Kosta Rika tribünlerinin ‘Pura Vida’ sloganını turnuva boyunca sıkça duyacak gibiyiz.
YENİLMEZ MATADOR!
Bitime saniyeler kala Madrid'in "altın çocuğu" yine o mükemmel kafa vuruşlarından birine imzasını atarak takımının maçı uzatmalara götürmesini ve kupada "ben de varım" demesini sağladı. Bu sezon Şampiyonlar Ligi'nde üç gol attı Ramos ve bunların tamamını kafayla filelere gönderdi. Daha yarı finalde Allianz Arena'yı sessizliğe boğan iki mükemmel kafa vuruşuyla Bayern Münih'i saf dışı bırakan isim oldu.
Küçük yaşlarda en büyük hayali boğa güreşçisi olmaktı ve futbolcu olmasaydı dün akşam salladığı bayrağı yeşil sahada değil bir arenada boğalara karşı kullanacaktı. Ama Ramos'un savaşçı ruhu ve son dakikaya kadar bitmeyen umudu onu kısa sürede bir Real Madrid efsanesi haline getirdi. Real Madrid Başkanı Florentino Perez'in ilk İspanyol transferiydi. Başkan, 2005 yılında tam 27 milyon Euro sayarken bugünlerin hayalini kuruyordu. Ve tam 9 yıl sonra Ramos attığı gollerle Perez'e adeta teşekkür ediyordu.
Sergio Ramos deyince akla "Kalp, Karakter ve Tutku" gelir. Hayatının anlatıldığı kitaba bu ismin verilmesi de bundandır. Yeşil sahaların gördüğü en farklı futbolculardan biridir. Vücuduna kazıdığı dövmeler hayata bakışının kısa bir özetidir aslında. Nelson Mandela'nın 27 yıllık hapis hayatında güç aldığı ve bugün Ramos'un kaburgalarında yaşayan William Ernest Henley'in unutulmaz şiiri "Yenilmez"in dizelerinde anlattığı gibi;
"Beni saran geceden başka
Kapkaradır o çukur da baştan başa
Hangi tanrılar bahşetmişse bana
Futbol kariyerine nokta koyduğu Barcelona'ya bu kez teknik adam olarak dönen Luis Enrique'nin hikâyesi oldukça ilginç detaylar barındırıyor. Önce büyük denizlerle mücadele etmeyi öğrenen Enrique, ardından maraton koştu. Zirveye çıkmak için de pedal çevirmeyi öğrendi. Abartı gibi gelebilir ancak Luis Enrique gerçek bir savaşçı.
Barcelona'dan emekli olduktan futbola bir süre ara veren Luis Enrique, Avustralya'ya taşındı. Burada yüksek dalgalarla mücadele etmek için sörf yapmayı öğrenen Enrique, bir yandan da İngilizcesini geliştirdi. Enrique kendisine bir sonraki hedef olarak New York Maratonu'nu seçti. 6 Kasım 2005 tarihinde bu önemli maratonu 03:14:09 gibi bir süreyle tamamlayan Luis Enrique, bu kez gözünü 205 km'lik bisiklet yarışına dikti. Bu konuda da engelleri birer birer aşan Luis Enrique, dünyanın en zor yarışlarından biri olan Sables Maratonu'na katıldı. Bu maceralara atılırken özel eğitimler aldı. Altı ay boyunca haftada 3 kez yüzdü. Bunları hep eğitmenlerle gerçekleştirdi. Avustralya’da dalgalarla boğuşurken öğrendiği İngilizcenin bir benzerini bu kez triatlon yarışlarına hazırlanırken biraz Almanca ile sürdürdü.
Burada yaşadığı her anı kendi blog sitesinde paylaşan Luis Enrique, bakın o günler hakkında neler anlatıyor;
“Aşırı sıcaklık nedeniyle ayaklarımız şişti. Gündüz sıcaklık 45, gece ise 15 derece. Çantamızda ocak, yeterli su, yiyecek ve yedek giysi taşıyoruz. Tam 11 kilo. Ve 6 gün boyunca bu çantayla olmak zorundayız. Bu zaman boyunca duş almak ve güzel bir yemek sadece bir hayal. Suyu idareli kullanmalıyız ve yapabileceğimiz en iyi şey dişlerimizi fırçalamak olacak. Aynı şort ve tişörtle 6 gün geçirmek”