Soğuk pizza seven martı Gövö

SÜPERMEN seyredip "Ben de uçarım be!" diyerek evin perdesini söküp pelerin yapan ve kafayı soğuk suya bırakılmış karpuz gibi yaran çocuklara benzemek de var bu işin ucunda ama neyse... Başlayalım bakalım Martı Belgeseli hikayesine.

*

Evde oturduğum koltuktan en net görünen şey karşı apartmanın damı. Bu dam da martı abiler tarafından kullanılıyor.

"Martı damı nasıl kullanıyor?" diyeceksiniz.

Komşudan örnek motif alıp, tığla televizyona takkemsi şeyler üretmek gibi hareketler yapmıyor martı abiler tabii. Çoğunlukla çok mühim bir şey gelecekmiş de, sanki neyin geleceğini bir tek onlar biliyormuş gibi ufka doğru bakıyor elemanlar. Başka bir şey yaptıkları yok...

*

Şimdiki evimde 5 yıldır oturuyorum. Bu beş yıl süresince arkadaşları ziyadesiyle yakından izleme şansım oldu.

Kafayı martıların hayatıyla bozmuş bir insan gibi manasız bir bilgi birikimi oluştu bende bu arada tabii.

Yılın 10 ayı normal bir ilişkimiz var martılarla. Ben bayat ekmek atıyorum onlar yiyor. (Bu arada alt kattaki komşu hayvanları soğuk pizzaya alıştırdı. İki günden fazla beklemiş pizzayı atıyor, martılar yiyor. Söyleyelim iki gün olmamışsa biz yiyoruz zaten!..)

Martılar neyi sever bilemem ama kargalardan hoşlanmıyorlar, bunu çok iyi biliyorum. Özellikle yavruları olduğu dönemlerde bayağı it dalaşı yapıyorlar havada.

Belli bir üstünlük göremedim bu beş sene içinde ama martılar daha bir yumurta kabuğu kaptırmadı kargalara, onu çok iyi biliyorum.

Yılın 10 ayı iyiyiz de kalan iki ay niye birbirimize "Tüylerin şapkamı süsleyecek diyeceğim sana ey kuş irisi! Fakat ben şapka takmam... Yine de gıcığım sana" tarzı hareketlerde bulunuyoruz.

Çünkü bu martıların minik modelinin dünyaya gelmesi ve kendi kanatlarıyla uçabilmesi (Onlar için laf değil, hakikaten uçabiliyorlar, biliyorsunuz!) için 2-3 ay geçmesi gerekiyor.

Bu 2-3 ay da yetişkin martıların getirdikleri mamayı bir nevi kusarak sunması ve minik martıların (doğum kontrolü var martılarda, her yıl en fazla iki doğum gerçekleşiyor) da "Eviiii... Müvüüüüü... Gövöööööö..." gibi sesler çıkararak bu mamaları yemesiyle geçiyor.

*

Minik martı biraz büyüyünce uçacakmış gibi kanatlarını açıyor, hızlı hızlı çırpıyor ve sonra yine bağırmaya başlıyor: Eviii... Müvüüü... Gövöööö...

Komşu aslında "Evi, Müvü ve Gövö martı isimleri. Ali, Mehmet, Gökhan gibi bir şey olabilir yani" diyor ama ben "Git yüzünü yıka açılırsın" diyerek karşı çıkıyorum bu teze.

Programı çok basit yani yavru martının. Yalnız bu sesler bir süre sonra insanın sinirlerini bozabiliyor. Çünkü minik martı doysa da bağırıyor, aç kalsa da bağırıyor... Yalnız bıraksan da bağırıyor, damda parti versen de...

"Neticede iki aydır, dama çıkıp doğanın dengesiyle oynamayalım" diyerek ilişmiyorum.

Yalnız bu sene doğan minik martılardan bir tanesi anladığım kadarıyla gelişemiyor.

Çünkü temmuz ayı bitti, ağustos geldi ama henüz bir uçuş mili kazanamadı eleman. Eviii diye kafa ütülemekle meşgul.

Bir iki kez camdan kafayı uzatıp "Eviii denize gitti. Sen oturup dersini çalışacakmışsın. Biraz kol kanat çalış bakalım martı efe, akranların Çeşme’de beach’lerde mojito içmeye başladı sen hálá buralarda takılıyorsun" dediysem de tınmadı.

Bu arada martılar yavrular büyüyene kadar müthiş bir nöbet tutuyor. Sürekli olarak kafalarında birden fazla koruyucu bulunuyor. Ama bu talihsizin gelişimindeki yavaşlığı fark ettiklerinden beri ilgiyi tamamen kestiler.

Diğer martıların tavırlarından anladığım kadarıyla, kendi başının çaresine bırakılmış vaziyette. Doğada bunun karşılığı kötü şekilde ölmek oluyor...

Alıp beslesen, martı beslenmez evde. Hem bunların bayramı filan vardır, eve doluşurlar olur olmaz zamanlarda ben istemem öyle şey.

Bu sebepten komşuyla koordineli olarak karşı damdaki yavruyu yaşatma kararı aldık.

Koordinasyon, zaten zayıf olan minik martının beslenme saatlerinde büyükler tarafından ezilmemesi için gerekli.

Bizim apartmana yakınlaştığı vakitler önceden hazırlanmış gıda paketlerini yakınına düşürmeye çalışıyoruz. Arada karşı apartmanın camına ekmek atmışlığımız da var ama neyse ki makul insanlar, laf etmediler.

*

Bir isim koyarak duygusal bağ kurmak niyetinde değilim açıkçası ama komşu çıkardığı seslerden biriyle hitap etmeye başladı bile. "Gövöööö, gel lan bakımsız martı; sana karışık ötesi pizza ayırdım..." gibi cümleler kuruyor.

Yazının başına dönersek...

Perdeyi boynuna dolamakla Süpermen olunmadığı gibi, oturduğu koltuktan martı seyrederek de martı belgeseli çekilmez.

Fakat geçen hafta bahsettiğim Macellan Penguenleri belgeselindeki kadar malzeme bende de var... Onu bunu bırakın da, n’olucak bu Gövööö’nün hali ya...

21 dolarlık bir bilet al, üstünü başını batıralım

İLKİ, 1982’de 100 bin dolar gibi mütevazı bir bütçeyle çekilmişti Evil Dead filminin. 100 bin dolar film çekmek için az bir para. Yoksa biri bana verse, her akşam yatmadan önce çok mutlu bir insan olması için dua ederim, o ayrı.

Kült korku filmleri arasında tek geçilen Evil Dead çok başarılı olunca ikincisi 3 milyon dolar, üçüncüsü de (Army of Darkness/ Karanlığın Ordusu) 30 milyon dolar bütçe kapmıştı.

Süper iğrenç efektlerle çekilen Evil Dead’i severim, yönetmeni Sam Raimi’yi severim, başroldeki Bruce Campbell’i ayrıca severim. Bu arada ilk filmde Coen Biraderler’den Joel olanı da çalışmış, ben de yeni öğrendim bir kitap sayesinde. Neyse, bu şapşahane (!) filmin şimdi New York’ta müzikali sahneleniyor. Meraklıları www.evildeadthemusical.com adresinden detay öğrenebilir.

"What The Fuck Was That?" gibi şarkılarla zenginleştirilen müzikali ucuz ama biraz kirlenerek seyretmeyi göze alanlara özel bir de yer ayrılmış: Splatter Zone diye. Bu özel yer aslında öndeki ilk iki sıra oluyor. Millet 60 dolar kadar öderken, ilk iki sıranın biletleri 21 dolar.

Müzikalde kullanılan bütün iğrenç maddeler üzerinize akacak ama bunun karşılığında en önden müzikal seyredeceksiniz. İlginç olurdu ama yolu sapa; yine de meraklısı vardır diye yazdım...
Yazarın Tüm Yazıları