Kriz üstü sıcaklar fena çarptı

Dışarıdaki sıcağı nasıl tarif edebileceğimi kestiremiyorum.


Böyle vaziyetlerde insanın kendisini duşa zincirleyeceği filan geliyor.


Pazar günü, evden sürekli dışarıyı kesiyorum.


Güneşin insaflı bir anını denk getirsem, vuracağım kendimi yollara.


Fakat arkadaş da bayağı bir inatçı.


Hayır, dışarıda halletmem gereken bir iş olmasa hiç alakam olmayacak sokakla filan.


Bütün amacım Tünel’e kadar uzanıp Robinson Crusoe’da görüp vurulduğum, fakat çocukluğumdan beri içinde bulunduğumuz darboğaz nedeniyle kavuşamadığım Sin City albümünü almak ve eve dönmek.


Sin City, Frank Miller’ın bir çizgi romanı.


Elimizde muhtelif sayıları bulunmakta, fakat görüp vurulduğumuz “Booze, Broads and Bullets”ı zulamıza dahil edememişiz daha önce.


Neyse işte, Sin City’ye sonra döneriz...


Neticede, sıcağı filan da göze alıp vurdum kendimi yollara.


Sıcak insanı hakikaten ağırlaştırıyor.


İstiklal Caddesi, bir zombi filminin seti gibiydi.


Ekonomik krizin üstüne bir de sıcak çakınca insanlara, herkes zombiye dönmüş.


Yüzlerinde umutsuz bir ifadeyle ağır ağır hareket eden binlerce insan cadde boyunca yürüyüp duruyor.


Tabii sıcak yüzünden manasız hareketler de yapılıyor.


Mesela, tam Odakule’nin yanında filan bir tane Turkcell binası var.


O binanın önüne, insan boyunda bir Turkcell böcüğü koymuşlar.


Bu sıcakta dev gibi, tüylü ve sırıtan dev bir arı görünce, kendi kendime “Tamam usta, halüsinasyon da görmeye başladın, bitmişsin sen” dedim.


Meğer Turcell, nedense sevimli olduğu düşünülen bu antenli arıyı broşür dağıtmak için oraya koymuş.


Böyle uzun uzun anlattığıma bakmayın, Turkcell dalgametresini gördüğüm süre taş çatlasın 1 dakika filandır.


Fakat bu esnada hiper manasız bir olaya şahit oldum.


Caddede yürüyen bir genç, Turkcell şeysinin yanına gitti ve elini omzuna atarak poz verdi.


Yanındaki arkadaşı da bu eşsiz anı fotoğrafladı.


Yani, şimdi bir dakika arkadaşlar...


İnsan niye böyle bir şey yapar?


Haydi şimdi maymunluk olsun diye çektirdin o fotoğrafı, atıyorum, 60 yaşına gelip toruna torbaya karıştığında ne yapacaksın?


Torununu kucağına oturtup, “Bak evlat! Bu ben bu da Turkcell böcüğü. Askerde beraberdik” filan mı diyeceksin...


Amaaan neyse işte. Bu sıcakta insan ağız tadıyla kıllanamıyor bile...


Netice itibariyle Robinson’a ulaştık, Sin City’mize kavuştuk.


Sin City, Frank Miller’ın yaratığı berbat bir şehirden, berbat fakat fevkalade güzel öyküler anlatıyor.


Şehirde iyiler değil, güçlüler kazanıyor.


Suçun yönettiği, kötülerin hakim olduğu tam bir karabasan.


Mesela şehrin bir numaralı din adamı, cannibal (yamyam) bir ahbabına, kesip doğrayıp afiyetle gövdesine indirsin diye, hayat kadını hediye ediyor filan... Böyle arıza bir şehir.


Sadece sert çocuklar hayatta kalabiliyor.


Bazen memleketin gidişatına baktığımda aklıma Sin City geliyor, “Allah muhafaza canım” deyip geçiştirmeye çabalıyorum.


Beynimin haşlanmaktan kurtulan bölümüyle bunları düşünürken, Hasnun Galip Sokak’ın köşesinde iki genç kızın kavgasına şahit oldum.


Bayağı böyle uçan tekmelerle filan girmişler birbirlerine.


Ayırmaya çalışanlar da bir türlü başarı sağlayamıyor.


Gençten biri “Bırakın Enis Öksüz gelip ayırsın” deyince millet güldü, esnaf bu eğlenceyi sırıtarak izledi, sonra bir ekip otosu gelip “Iııııııııııınnnnn... N’oluyo len?” diye anons yaptı, kızlar birbirlerine fevkalade ağır küfürler ederek ayrıldılar, herkes yoluna devam ettivesaire, vesaire...


Şahane bir Pazar günüymüş değil mi?

Yazarın Tüm Yazıları