Öğleden sonra işlerini bitirmiş insan rahatlığıyla kitabımı alıp köşeme yerleştim.
Bob Dylan "Everythins Is Broken"ı söylüyor, ben Bukowski okuyorum.
Çayı güzel yaptığım, Gezi’den aldığım gevrekleri çayla birlikte tüketmeyi hatırladığım, en sevdiğim tişörtümü giydiğim, müzik setinin sağ kabininin problem yaratmadığı, kendi içinde mükemmel bir an.
Pencere aralık, hafif rüzgar...
"Oh!.." demeye kalmadan bir mıyırtı koptu mahallede.
Karşı çapraz apartmandaki bebeğe mama yedirme girişimi yaşandığını duyduğum "Hadi bak uçak... Vuuuuuu! Aç bebeğim ağzını!..." seslerinden anladım.
Aslında çapraz apartmandaki apalağın iştahsızlığı beni pek ilgilendirmiyor.
Kendi ideal anımı savunma refleksiyle cama doğru ilerliyorum.
Kafasını merdaneli çamaşır makinesi gibi çevirmek suretiyle, anne ve anneannesi olduğunu tahmin ettiğim iki bahtsızı mama manyağı yapmakta apalak!
Bir an kafasını çevirirken durdu, yukarı baktı ve benimle gözgöze geldi.
*
Küçük ebat insanlarla, yani çocuklarla iletişim kurarken konuşmasını "İyüv-miyüv! Acibici!" şeklinde değiştirmeyenlerdenim.
Herkesle nasıl konuşuyorsam onlarla da öyle konuşuyorum ve sanırım gayet de iyi anlaşıyorum.
Apalak gözleri bana dikince "Yemeğini ye bence" dedim sakince.
Bebek hayatında beliren uzun saçlı, sakallı ve ciddi bir tavır sergilemeye çalışan insanı dinlemeye karar verdi ve bana bakarken mama kaşığının ağzına dürtülmesine tepkisiz kaldı.
Haliyle duruma uyanan mama yedirme birliklerinin gözünde süper kahraman konumuna geçtim.
*
Apalağın beslenme programına entegre olmak gibi bir maksadım yok fakat ben kafayı pencereden çekince de yaygarayı kopartıyor.
"Ben sandığın gibi sevimli biri değilim. Aksiyim, yoğuşuğum..." diye camdan bebeğe açıklama yapacak halim yok.
İlgilenmiyormuş gibi yapıp yine de camda durmayı sürdürdüm.
Bu arada "Sağol abisi!" gibi cümleleri de "Bana mı diyorsunuz? Ne?.." şeklinde savuşturdum.
*
Ertesi gün aynı saatlerde; çaysız, gevreksiz ve müzik setinin sağ kabininin problem yarattığı saatlerde (en sevdiğim tişört kirlide bu arada) şöyle bir ses duydum sokaktan:
"Abisiiii... Abisiii... Bak yemiyo yemeğini!"
Köşeme iyice gömüldüm, Bukowski’ye "Pis moruk, senin yüzünden oluyor bunlar!" dedim.
Kendimi bebek oyalayan çıngırak gibi hissettim, yoğuşup kaldım.
Yine de çalışmadığım yerden gelen bu sorumluluk karşısında kayıtsız kalamadım ve cama yürüdüm.
Bebek yine "Şeytan" filminde Linda Blair’in yaptığı kafayı çevirerek kusma hareketine takılmış.
Kafayı kaldırdı, beni gördü ve el sallayarak "Püü!" diye bi kusma şovu da benim için yaptı.
Ben de el sallayıp içeri girdim.
Konunun kapandığını ümit ediyorum!
Nasılsın? Yoğuşuğum
Kelimenin anlamını bilmeden, kullanıldığı yeri tahmin ederek cümle içine yerleştirmek, sanırım herkesin zaman zaman başvurduğu bir numara.
Spor yorumcularının giderek "sahtekar" manasında kullanmaya başladıkları "eyyám" aslında "günler" demek. Zamanın şartlarına uygun davranarak işini devam ettirenlere "eyyam reisi" denirmiş.
*
"Etik" de "eyyam" gibi kullanım alanı zorlanarak cümle içine yerleştirilebiliyor.
Polemiğin ortasına "Nieeeyt! Şimdi sen bana etikçilikten nasibini almamış mı diyorsun?.." şeklinde efelenerek dalan yorumcu, kelimeyi tanınmaz hale getirmeden bırakmıyor.
Bu gittikçe lüzumsuz bir hal alan giriş faslının ardından, sizleri son zamanlarda kafasını kaşını patlatarak kullandığım, severek kullandığım "yoğuşma" kavramıyla tanıştırmak istiyorum.
Reklamlar sırasında duydum "Yoğuşmalı Kombi", zamanla bilinçaltıma çöreklendi.
İlk kez Riko arayıp "N’aber patron?" dediğinde "Yoğuşuyorum" şeklinde kullandım.
Riko algıda seçicilik yapıp, yayını "Duruyorum" şeklinde aldığından fark etmedi.
Sonra "N’ossun be usta; yoğuşup duruyorum... Yoğuşuk hisler içindeyim... Yoğuşmalı bir mesele, üstünde düşünmek gerek... İçim yoğuştu, bi yarım ekmek kokoreç mi ezsek?.." şeklinde ortaya karışık kullanmaya başladım.
*
Manasını bilenler açıklayacaktır şimdi. Fakat gerçek mananın beni bu kullandıkça kullanasım gelen sevimli harf yığınından uzaklaştıracağına ihtimal vermiyorum.
Yoğuşuk, yoğuşmalı günler dilerim...
Acil geyik kiti
Abuk sözleşmeler
Britanya’nın meşhur müzik dergisi NME’nin 1994’te verdiği minik bir kitapçığı ancak 2007’de bulabilecek şekilde saklamışım.
Rock yıldızlarının yaşadıkları, yarattıkları rezillikleri aktaran, arada ilginç bilgiler de veren eğlenceli bir mini ek!
Muhabbetin sıkıştığı anlarda, çilingir vazifesi görebilecek küçük geyik sürüleri koşturmakta ekin sayfaları arasında.
Cumartesi sabahı, yıldızların kariyerlerindeki belki de en önemli imzayı nasıl abuk yerlerde atabildiklerini okumak iyi gelebilir.
Gelmezse de "acil geyik kiti" muamelesi yapıp, hafızanızda bir yerlere sonra kullanmak üzere istifleyin...
U2, plak şirketi Island’ın hazırladığı sözleşmeyi, Londra’da bir salonun kadınlar tuvaletinde imzalamış. "Erkekler tuvaleti yok muymuş?" diye soracak olanlara "Hişşşş! Tuvalet diyor, ötesi mi var?" diye cevap vermeyi görev bilirim.
Sex Pistols’ın 1977’deki meşhur plak sözleşmesi Buckingham Sarayı’nın dışında imzalanmıştı. O da ilginçtir ama herhalde en ilginç imza mekanı The Cramps’e ait. Enigma Records’la anlaşan çatlak insanlar, imzayı korku filmlerinin unutulmaz yıldızı Bela Lugosi’nin mezarında atmışlar. Çok şık bir hareket...
Bruce Springsteen de Astbury Park takınlarındaki Stone Pony Club’ın hemen önünde duran bir Chevrolet’nin içinde imzalamış plak anlaşmasını. Kulübün içi gürültülü olduğu için böyle yapmış. Makul...