Kanat Atkaya: Gayri resmi Türk rock tarihinden bir yaprak


Kanat ATKAYA
Haberin Devamı

O zamanlar, Karaköy ile Eminönü arasında, bugünkü ruhsuz köprü yoktu.

Karaköy İskelesi'nin kenarında, üstünde durmadan martılar uçan balıkçı tezgahlarını geçip köprüye ulaştığınızda, küçük bir sallantı karşılardı sizi.

Köprünün üstüne çıkmadan, alt katından ilerleyip sağa sapardınız.

Orada bir işleri de bozulan, karışan oltaları yeniden kullanılır hale getirmek olan oltacılar dururdu.

Oltayla hayatta bir işiniz olmamasına rağmen bu kadar oltacı tanımanın tuhaf bir şey olduğunu düşünürdünüz ister istemez.

Bu küçük geçiti 10 adımda filan arkanızda bırakıp sola saptığınızda, Haliç'in kızarmakta olan gökyüzünü, bir de uzun saçlı çocukları görürdünüz.

Kemancı, o zamanlar bugünkü gibi üç katlı, multifonksiyonel bir rock şirketi değildi.

Hatta, biraz daha geri gidersek bir rock birahanesi bile değildi.

Melike Demirağ, Moğollar ve illa ki Erkin Koray çalardı.

Resmi olmayan Türk rock tarihine göre, 1980'lerin ortalarında bir yerde Led Zeppelin'in 'dördüncü' albümünün Kemancı'da çalınmasıyla başladı her şey.

Thin Lizzy, Deep Purple, Wishbone Ash, Motörhead, Pink Floyd, Judas Priest sonra geldi.

Şimdiki Limp Bizkit filan o zaman daha suya 'bu' diyor, öyle zamanlardan bahsediyorum.

Kemancı'nın hemen önünde, bira fıçılarından bir Türk zekası örneği şeklinde dizayn edilmiş 'piknik' tabir edilen küçüçük masalar dururdu.

Hava eğer güzelse, günün batışını bu masalarda Haliç'e karşı oturarak içilen bir birayla seyretmek, eşsiz bir keyifti.

Bugünkü köprüyü sadece üzerinden otomobil geçilen bir yol olarak tutanların o zevki hiç tatmadıkları o kadar belli ki...

Neyse, Köprüaltı Kemancı'ya dönelim.

Bu küçük, kirli fakat tuhaf bir çekiciliğe sahip barın müşterileri, bu memleketin gördüğü belki de tek gerçek marjinal kuşaktı.

Laf olsun torba dolsun türü marjinallikten bahsetmiyorum.

Öyle çiğ muhabbetlere hiç gelemem zaten.

* * *

Bir Figüran Ali'yi, Dalgıç Kadir'i tanımışken, kafayı Alaaddin'in cini gibi kazıtıp şarkı söylemeye başlayanlara marjinal denmesi insanı haliyle fıttırtıyor.

Dalgıç Kadir, İstanbul Boğazı'nın dibini avucunun içi gibi bilirdi.

İnsanın elini, ‘‘Baba, kopardın işaret parmağımı’’ dedirtecek kadar şiddetle sıkmayı seven Dalgıç, konuşmayı pek sevmezdi.

Ama bir konuşturabilirseniz, neler anlatırdı neler.

Benim favorim, deniz kızlarıyla orji hikayesiydi.

Bunu o kadar gerçek anlatırdı ki, adam hakikaten deniz kızlarıyla alemin gördüğü en hızlı gecelerden birini yaşamış.

Çukurcuma'da 7 odalı bir evin iki odasına hayatımızı sığdırdığımız kısa bir dönemde, Kadir de bizimle kalmıştı.

Evde Dual marka bir pikap ve sadece iki plak vardı. Doors'un ‘‘Mosquito’’su ve bir Tanju Okan albümü.

Dalgıç, sabah kalkar kalkmaz, evin bütün camlarını açmayı ve bangır bangır ‘‘Sanma ki İçmişim'ini dinlemeyi severdi.

İstiklal Marşı gibi, her sabah ama...

Bir sabah, kafayı yeterince iyi beslenemediğimize takmıştı.

Yine Tanju Okan eşliğinde uyandırıldığımız bu enteresan sabahta, bizim için kahvaltı hazırladığını söylemişti.

Kahvaltı için çorba hazırlamış bir de.

Ben ‘‘Mujik miyim sabah sabah çorba içeceğim’’ dediğimde de kısaca ‘‘İç!’’ demişti.

Çorbaya dönersek, rengi biraz tuhaftı.

Domates ve mercimek çorbasını karıştırmış.

Kepçeyi mümkün olan en uç tarafından tutup çorbayı şöyle bir karıştırdığımızda, az kalsın bayılıyorduk.

Çorbanın içinde beyaz toplar dönüyordu.

Benim aklıma ilk gelen şey, Dalgıç'ın birini öldürüp gözlerini oyduğu ve 'besleyici' diye çorbaya attığı oldu.

Meğer yumurta kırmış çorbanın içine.

Onu kırmamak için biraz içip, ‘‘Aaa geç kalıyorum ben usta’’ filan deyip anında ortamdan ışınlanmıştık tabii ki...

* * *

Köprüaltının simalarından tek tek bahsetmek için gazetede uygun bir alan yaratmam imkansız.

Güzel insanlarla yaşanan o dönem, hayatımın en renkli, en hayta dönemiydi.

Geçen çarşamba gecesi, Kemancı'nın alt katında ‘‘Eski Köprünün Altında’’ diye bir gece düzenlendiğini duyduğumda ne kadar sevindim anlatamam.

Gitmeden önce kendi kendime, ‘‘Levo da gelir mi, elinde bira bardağıyla uyuyakalan o zenci de orada olacak mı, kaç kişinin saçı hala uzun, Zeki oğlu Ata'yı da getirir mi?’’ gibi sorular vardı.

Bu soruların büyük bölümünün yanıtını buldum.

Güzel köprümüz yandığından beri görmediğim arkadaşlarımı gördüm.

Yüz ve isim bağlantısı kuramadıklarım da oldu, kravat taktığı için, sağları döküldüğü için, göbeği büyüdüğü için tanıyamadıklarım da...

Kimi sigortacı olmuş, kimi iki çocuk annesi...

Köprünün altından hakikaten çok sular akmış.

Geriye güzel anılarımız ve bir de üç katlı Kemancı kalmış.

Yazarın Tüm Yazıları