Paylaş
“Gezi patladı böyle oldu” demek çabuk tarafından, gerçeklik payı inkâr edilemeyecek, hem de hemen taraftar toplayacak bir görüş.
2 aydan fazla bir süredir olaylar, olaylar, olaylar... Civarda yaşayanlar biber gazına, tazyikli suya vesaireye karşı uyum sağlayacak şekilde evrim geçirdi.
Yıllardır müdavimi olduğum restoranlarda, kahvelerde, kitapçılarda artık dostum olan esnaf lafa “Bittik...” diye başlıyor.
Personel azaltanlar, borçlarını krediyle çevirmeye çalışırken mali karambole sürüklenenler, siftah yapmadan kepenk kapatanlar var.
Aynı zamanda otel işletmecisi olan komşularım, 200 Euro’ya verdikleri odalara 60 Euro’ya müşteri bulamadıklarını, yüzde 20 dolulukla çalıştıklarını anlatıyordu geçen akşam.
Sadece Beyoğlu’nun değil, İstanbul’un, hatta memleketin sayılı restoranlarından birinin sahibi olan bir başka ahbabım belki de ilk kez çaresizliğin bu kadar kuşatıcı olduğunu söylüyor.
Her türlü darbeye, nevzuhur uygulamaya direnmiş köklü Nevizade, Çiçek Pasajı mekânları bile enseyi karartmış durumda.
Beyoğlu can çekişiyor fakat ruhunu teslim ederse “Katili nümayişlerdir” diyerek işin içinden çıkanlar haklı olacak mı?
Cumhuriyet gazetesinden Meltem Yılmaz, pazartesi günü “Beyoğlu’nda 10 yıllık savaş” başlıklı haberinde unutkan bünyelerimizi tazeleyen başarılı bir haber derledi.
Yılmaz’ın ortaya koyduğu 10 yıllık kronolojiye bakınca ölen mekânların niye öldüğünü anlamakla kalmıyor, yaşayanların nasıl ayakta kalabildiğine hayret ediyorsunuz.
“Şartsız bağış” adıyla makyajlanan rüşvet mekanizması...
2 yıl süren ve Beyoğlu’nun çanına ot tıkayan kaldırım çalışmaları...
Bir günde yüzde 6 bin 600 kat artan (yanlış okumadınız yüzde altı bin altı yüz!) eğlence vergisi...
Yüzde 1500 ila yüzde 3 bin artan emlak vergisi...
Dışarıya masa/sandalye koyma yasağı...
Simge mekânların, sinemaların, dükkânların yerine AVM’leri, dev ayakkabı mağazalarını vb destekleyen “yüz değiştirme” operasyonları...
Adım adım, yavaş yavaş sistematik şekilde canına kastedildiği çok açık Beyoğlu’nun.
Peki ne yapmak gerekiyor?
Ramazan bitti, bayram geldi.
Beyoğlu’nu ileride toruna torbaya “Eskiden buralara şapkasız, kravatsız çıkılmazdı” tadında/tatsızlığında anlatmak istemiyorsak artık sevdiğimiz, yıllarca gittiğimiz mekânlara sahip çıkmak zamanıdır.
Kimene’yi, Seviç’i, Panter Kırtasiye’yi, Robinson’u, Lale Plak’ı, Otto’yu, Hayal’i, Ece’yi, Yakup’u, Refik’i ve daha nicesini korumak, kaybetmemek için ayakları yeniden Beyoğlu’na alıştırmak gerekiyor.
Yoksa onlardan boşalacak yerlere nasıl yerleşileceğini biliyoruz, öğrendik herhalde!
Bir İmroz kolay yetişmiyor mesela öyle değil mi?
Uzun lafın kısası sevgili okur, ricamız şudur “Beyoğlu’nda gezer misin, gözlerimi süzer misin biraz lütfen?”
İyi bayramlar.
Paylaş