HÜRRİYET sit-com ailesine ben de katıldım. İlkokulun asfalt bahçesinde başlayıp 15’imden sonra tribünlerde devam eden futbol sevgisi buraya ulaştı artık. 5 sene lisanslı basketbol oynadığım da oldu, 2 ayrı futbol kulübünde kısa dönem top koşturduğum da.
Sonraları yazmaya başladım. Çoğu zaman şiir, ara sıra da öykü... Velhasıl, zaman geçti. İstemeden de olsa şiir yarışmalarına katıldım. Kazandıklarım da oldu kaybettiklerim de... Ödül alan dosyalarımdan birini bu yaz Komşu Yayınları bastı. Dergilerde yazdım, televizyon dizi ve programlarında yazarlık yaptım. Ama tribünde hep şaka konusu oldum. “Şair” diye. Fakat esas şair onlardı, her sene en az 10 tane yeni beste yapıyorlardı. Şimdi de buradayım. Bu konuda bana güvenen ve yol veren Ercan Saatçi’nin deyimiyle “Hürriyet Mahallesi”nde... Yeni bir mahalledeyim. Uzaktan bakıp, bu takımın elemanlarını takip ederken şimdi soyunma odasına girdim. Formamı giyerken Yılmaz Özdil ince ve kıvrak bileklerine bengay sürüyor, çabuk ısınsın diye. Kanat Atkaya, süratini göstermek için saçlarını açıyor. Ahmet Hakan maçta vereceği ters pasları planlıyor. Nouma, Cantona, Gazza Ertuğrul Özkök de kollarını bağlamış ve tahtanın başında. Tahtaya bir şey yazıyor. Sonra anlıyorum ki, dışarıdaki seyircilerin sayısı. Milyonlar! Zemin yine taş ama. Sert, affetmez. Biliyorum. Ama ben de her zaman yırtıcı adamları sevdim. Nouma’yı mesela, Cantona’yı, Gazza’yı... Bende durum böyleyken, tepeden bakan bazı edebiyatçılar, futbol deyince surat ekşitir. “Futbol kitlelerin afyonudur” der. Ama her yerde oynanan oyunlara baktıkça, futbol benim için en masum ve en güzel oyun. Albert Camus’nün kalecilik yaptığını bilir mi acaba onlar? Peki ben, Camus’nün “Hayatta ne öğrendiysem futboldan öğrendim. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi” deyişini duyduğum zaman ne kadar mutlu olduğumu anlatabilir miyim? Salı günü buna benzer bir mutluluk daha yaşadım. Yıllardır kitaplarını okuduğum biri benim yazımı okumuş. Türk Şiiri’nin önemli ismi, usta çevirmen Özdemir İnce, köşesinde derbiyle ilgili bir yazı yazdı. Ve o yazıda, üstadın bir futbol geçmişi olduğunu öğrendim. Yalnız değilsin demek ki! Bunu öğrenmenin sevinciyle kendi kendime “yalnız değilsin demek ki!” dedim. Bir de, Özdemir İnce, yazısında benim yazımdan bir bölümü alıntılayıp, benim üzerimden bütün spor medyasına sıkı bir eleştiri getiriyordu! Yaşamak adlı şiirindeki “yaşamak istiyorum bütün insanlarda, / yürümek istiyorum yollarını dünyanın, / karışayım, her şeyde bir parçam kalsın” dizeleriyle içimdeki kaygı ve telaşı anlatan şair! Bunca yıldır verdiğim ve ölene dek vereceğim kavgayı 4 dizede anlatan kişi! Gurur duydum. “Daum kanatlarda Topuz ve Gökhan ile Arda’yı, Carlos ve Vederson ile Keita’yı kilitledi ve savunmayı önde kurarak Galatasaray’ın oyun kurmasına engel oldu” türünden sade suya tirit yazılar yorum bile değil” diyordu yazısında. Söylemek istediğini anladım, söylediklerini düşündüm. Usta, şiirleri gibi salı günkü yazısıyla da bir şeyleri gösterdi bana. Ama koskoca derbinin taktiksel analizini neden bir iki cümleyle geçtiğimi anlatırsam da dinler umarım. Üstadım, ben futbolda hep İkinci Yeni Şiiri’ni buldum. Ağır ol Bay Düzyazı. O bıçkınlığı, o yaratıcılığı, Cemal Süreya’nın “Ağır ol Bay Düzyazı / Sen ancak uçağa binebilirsin!” dizelerindeki humour’u buldum. Olanla olabileceklerin açmazını aradım. Şimdi de yazmaya çalışıyorum. Kendimce, topun üzerinden atlayan Carlos’tan çok, o topu ıskalayan defans oyuncusunun ruh halini sorguladım. Ama memlekette adettendir; futbolu bildiğini göstermen gerekir. Her yerde! O yüzden, ben de adeti bozmayayım diye, en basit cümlelerle maçı neden Fenerbahçe’nin kazandığını söyledim. Bu cümleleri maç gecesi 50 kişi söylemiş olabilir, haklısınız. Ama Christoph Daum da basın toplantısında bunu söyledi. Eğer Daum farklı bir taktik sunduğunu açıklasaydı, amenna, yanılıyordum. Ama maçın özeti zaten buydu. Bir şairle futbol muhabbeti Pozisyon ofsayt mıymış? Doğrudur. Penaltı mı? Diyelim ki değil. Kendime şunu sordum; Alex kendini niye atsın? Roberto Carlos, Keita’ya yapıştı; sarı kart. Hakem devam ettirmek istedi, ta ki Keita düşene kadar. Çünkü önü boştu boksörün. Bünyamin Gezer, “Keita sıyrılırsa avantaj olur ve oyun durunca da Carlos sarıyı görür” dedi. Ama Keita daha düşmeden yumruğu koydu tabii. Tıpkı Kasımpaşa maçında taç çizgisinin kenarında rakibine salladığı yumruk gibi... Sözün özü; pratikte futbolun kaç kuralı var ki zaten? Basit bir oyun değil mi hani İngilizlerin deyimiyle? Basitlerin kazandığı bir oyun! Ben de taktiksel anlamda basit bir yorumda bulundum. Türkçe’nin güzelliği işte. Size “yavan” ve “içi boş” geldi. Ama demem o ki, iyi ki de öyle gelmiş. Hala yanlış düşündüğüme kanaat getiriyorsanız, yine de ne mutlu bana. Hayatımı verdiğim şiire, hayatını veren bir şairle futbol muhabbeti yapabilmiş oldum.