Paylaş
Oysa Ceylan’ın yarışmanın favorisi olduğu günlerdir biliniyordu. Boru değil, sanatsal açıdan Oscar’dan bile önemli ve dünyanın en prestijli film festivali Cannes...
Ve senin bir yönetmenin en büyük ödülü kazanmak üzere... Köln’e gönderdiğin kameralardan iki tanesini de Fransa’ya göndersene...
Vizyonunuzun yetmediği neydi, canlı yayın yapmak mı yoksa Nuri Bilge Ceylan’ın konuşmasını yayınlanmak mı?
Hiç olmazsa usta yönetmenin daha önceki başarıları üzerine bir bant hazırlayıp haber gelir gelmez yayına soksaydınız ya...
Sizin ömrünüz ‘Kış Uykusu’nda geçti güzel kardeşlerim. En iyisi siz yine uyumaya devam edin, nasılsa Twitter var artık...
Don Kişot’un yazarı İstanbul’daki
hangi caminin inşaatında kum taşıdı?
Dünya klasiklerinden Don Kişot’u hepimiz biliriz.
Peki ya kitabın yazarı meşhur Cervantes’in, Kılıç Ali Paşa Camii’nin inşaatında çalıştığını biliyor muydunuz? Ben de geçen gün tesadüfen öğrendim efendim.
Cervantes de kahramanı Don Kişot gibi maceradan maceraya koşan bir tipmiş.
1569 yılında Madrid’de ‘kız davası’ yüzünden bir asılzadeyi yaralayınca hakkında tutuklama kararı çıkarılmış.
Cezası ise sağ elinin kesilmesi ve 10 yıl sürgün... Cervantes beş parasız İtalya’ya kaçıp orduya katılmış.
Hani Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, 1573’de Venedik Büyükelçisine, “Biz sizden Kıbrıs’ı alarak kolunuzu kestik. Siz ise donanmamızı yenmekle bizim sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez ama tıraş edilen sakal daha gür biter” demiş ya; işte Sokullu’nun sözünü ettiği o mağlûbiyet İnebahtı Savaşı’nda yaşanmıştı.
Sadrazamın yaptığı teşbih ise Cervantes bizzat başına gelmişti. Kader işte, sağ elini kurtarmak için İspanya’dan kaçarken top güllesiyle sol elini kaybetmişti. Sonrası da Cezayir’deki esaret günleri...
Bir iddiaya göre fidyesi ödenen Cervantes beş yıl sonra serbest bırakılmış.
Ama 1581 yılında biten ve Mimar Sinan’ın imzasını taşıyan Kılıç Ali Paşa Camii’nde çalışan ameleler arasında da Cervantes’in ismine rastlanması, ünlü yazarın Cezayir’den sonra İstanbul’a geldiğini gösteriyor.
Cervantes’in ismi Mimar Sinan’ın emrinde cami inşaatında çalıştırılan esirlerin kayıtlı olduğu defterler vakıflar arşivinde yer alıyor.
Câmi 1580’de tamamlanıyor ve Cervantes, bunca yıllık esâret hayatından sonra nihâyet memleketine dönüyor.
Akdeniz’de beş yıl boyunca Osmanlı leventleriyle savaşan Cervantes’in İspanya’ya döndükten sonra kaleme aldığı Don Kişot romanında, o döneme ait bazı ipuçlarına rastlayabiliyoruz. Hikayedeki değirmenlerin Türkleri, Don Kişot’un da Avrupa’yı temsil ettiği söylenir.
Demli bir çay eşliğinde Tophane’deki nargilecilere bitişik Kılıç Ali Paşa Camii’ne şimdi bir de bu gözle bakın.
İstanbul kim bilir daha ne gizemler barındırıyor bağrında. Elbette boşuna şehirlerin kraliçesi dememişler adına...
110. doğumgünü kutlu olsun
“Cenazeme çiçek ve bando mızıka gönderecek makam ve şahıslara uzaklığımız ve kimsenin böyle bir zahmete girişmeyeceği malum... Fakat bu hususta bir muziplik zuhur edecek olursa, ne yapılmak gerektiği de beni sevenlerce malum... Çiçekler çamura ve bando yüzgeri koğuşuna...”
Çile şiirindeki şu satırlar vasiyetini teyit eder niteliktedir:
Son günüm olmasın çelengim top arabam
Beni alıp götürsün tam dört inanmış adam...
Bundan tam 110 yıl önce 26 Mayıs 1904 günü doğan Necip Fazıl Kısakürek’in vasiyetindeki bu cümlelere şaşırmamak lazım aslında.
Said-i Nursi’ye yakınlığı ve İsmet Paşa’ya yaptığı muhalefet nedeniyle çıkardığı Büyük Doğu dergisi 16 kez kapanan, aylarca hapiste yatan üstadı zaten hiç kimse o merasimli top tüfek sesleri arasında defnetmeyi aklına getirmemişti.
Çünkü ünlü şairin hayatı kavgalar ve mahpusluklar arasında geçmişti.
Tıpkı çağdaşı Nazım Hikmet gibi...
Biri sağın, diğeri solun iki kahramını zaman zaman birbirine pençelerini gösterseler de aralarında adı konmamış bir saygı vardı.
Nazım, Sultanahmet Cezaevi’nde yatarken Necip Fazıl onu ziyarete gitmiş ve şöyle demişti: “Benim rejimimde olsak seni asardım Nazım’ım. Fakat bu hiçlik rejiminde fikirsiz ve imansız insanların seni süründürmesinden müteessir oldum, onun için ziyaretine geldim...”
Nazım da bu lafın altında kalmamış, cevabı yapıştırmıştı: “Benim rejimim başta olsa ben de seni asardım. Sonra da darağacının başında ağlardım. Bil ki bu soylu tarafının daima takdircisi kalacağım.”
Necip Fazıl yine bir röportajında kendisine Nazım’la ilgili bir soru soran muhabire sinirlenip şu cevabı vermişti: “Yahu sen ne diyorsun, ben sağcıymışım da, Nazım solcuymuş da, birbirimizin düşmanıymışız da, yok daha neler neler... Ulan hıyar biz Nazım ile bütün gün siyaset tartışır, akşam olunca da Beyoğlu’nda beraber kız tavlardık be!”
Fakat sanmayın ki hep böyle tatlı-sert yürüdü gitti ilişkileri.
Aralarındaki çatışmanın doruğa vardığı günlerde Necip Fazıl şöyle seslenecekti Nazım’a:
“Nâzım Hikmet!
Nafile çabalıyorsun.
Sana kızmıyorum. Kızmayacağım.
Hiçbir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklayan kanserliye, hiçbir gardiyan parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiçbir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz. (...) İşte açıkça söylüyorum: Ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne gelir?”
Tabii ki Nazım’dan cevap gecikmedi:
“Sevgili Necip, ismin temiz demek, necîb temiz demektir, benden iyi bilirsin... Necip’i necis (pis) yapma. Sen en cihanşümul (evrensel) eserlerini beş parasız Paris sokaklarında dolanırken vermiş bir şairsin; cebin para dolacak diye ruhun pare pare olmasın.
Bilirim kalemin kıvraktır, lisanın çeviktir, bilirim üç satırda ruh üflersin kağıda. Bilirim bir yazsan parçalarsın edebiyatın Çin Seddi’ni, o lisan-ı mücerred dilinle Bab-ı Ali Yokuşu’nun yollarını yalaman beni kahrediyor Necip...”
Mekanı cennet olsun, taban tabana zıt görüşlerdeki bu iki usta şairin birbirlerine duyduğu derin saygı da, bugünün sığ siyaset arenasının aktörlerine biraz ders olsun. Gelin yine üstat Necip Fazıl’ın onlara yakışan şu mısraları ile noktalayalım yazıyı:
Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti...
İyi insanlar iyi atlara binip gitti...
Paylaş