Paylaş
‘Tanıdınız mı’ dedi, hayır tanıyamamıştım ama daha tanıyamadım diyemeden çıkardım karşımdaki kişinin kim olduğunu.
Onunla yıllar önce, 1997’de Ankara’da, o zaman çalıştığım Radikal gazetesindeki odamda tanışmıştım. Beni ziyarete gelmişti. Ziyaret sebebi tam o günlerde yazdığım bir yazıda dile getirdiğim iddialardı.
O insanın adı Ülkü Ekinci’ydi. 1994’te Ankara’da öldürülen Kürt siyasetçi ve avukat Yusuf Ekinci’nin eşiydi. Hayatını, daha o zamandan kocasının katillerini bulmaya adamış bir avukattı o da.
* * *
1997’de, görmeme izin verilen ama elimde tutmama veya kopyasını almama izin verilmeyen bir belgeye dayanarak ‘Susurluk çetesi’ diye bildiğimiz oluşumun aslında bir Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği operasyonu olduğunu yazmıştım.
Ülkü Ekinci, herkes gibi kocasının katillerinin o organizasyon olduğunu, yani bizzat devlet olduğunu biliyor, benim haberimden hareketle yeni bir soruşturmanın kapısı açılır diye bir ümitle beni ziyaret ediyordu.
Yıllar sonra İstanbul’da bir sabah kahvesinde karşılaştığım Ülkü Ekinci hâlâ kocasının katiliyle ilgili bir ümit peşindeydi. O sırada, Susurluk döneminin de başaktörlerinden olan Ayhan Çarkın isimli polis memuru nedense itiraflara başlamıştı.
Ülkü Ekinci, ‘Acaba kocamın katili de o mu’ diye sordu bana. Bilmiyordum. Ama olabilirdi.
‘Oğlum büyüdü, hukuk fakültesini bitirdi, avukat oldu, büroyu o götürüyor artık’ dedi, ‘Biz de suç duyurusunda bulunacağız.’
‘Mutlaka bulunun’ dedim.
* * *
Biraz sohbet ettik. Sağlık sorunları vardı. Arada bir İstanbul’a geliyordu. O güneşli ilkbahar sabahında biraz nefes almak için benim de olduğum kahveye gelmiş, tam kalkarken beni görünce merhaba demek istemişti.
Gözleri buğuluydu. Taa 15 yıl önce ilk kez gördüğümde de aynı buğu vardı gözlerinde. Gencecik yaşında gencecik aslan gibi kocasını katillere, hem de devletten talimat aldığı apaçık katillere kurban vermişti ve o günden beri hayatının amacı o katilleri ortaya çıkarmak olmuştu.
Çocuklarını tek başına büyütmüş, vakarla yaşamış, vakarla kocasının katillerinin peşinden ayrılmamıştı.
Ve önceki gün, bunca yıllık uzun bekleyişin, bazıları çaresiz gibi gözüken arayışların, suç duyurularının, kavgaların ardından, katil itiraf etmişti: Evet, infazda ben de bulundum.
Ayhan Çarkın tek başına biri değil. Zaten polis memuru. Ona ‘Öldür’ emrini verenler, kimin öldürüleceğine kimin hayatta kalacağına karar verenler var. Umarım onları da söyleyecek, onların da ipliğini pazara çıkaracak.
Ve yine umuyorum, benim sadece görmeme izin verilen o MGK belgesi de ortaya çıkacak; o belgede yazılı şeylerin bir bölümünü uygulayan polis müdürleri, siyasetçiler, bakanlar, başbakanlar, hepsi hesap verecek.
Çünkü o katiller sadece Yusuf Ekinci’yi öldürmedi. Böyle binden fazla insan öldürüldü. Ailesiyle temek sofrasındayken kaldırılıp götürülen, sonra da cesedi bulunan o kadar çok kişi oldu ki...
* * *
O yüzden terörle mücadele bir ‘kirli savaş’a dönüştü.
Hadi açılsın o eski defterler. Kimse sorumluları, en tepesine kadar dökülsün, hesap versin.
Ülkü Hanımın gözündeki buğu artık silinsin, yeniden gülsün o abide kadın.
Ülkü Hanım, tesadüfen benim tanıma onuruna eriştiğim biri ama sadece bir kişi. Dedim ya, geride binlerce, hatta onbinlerce gözü buğulu evlat, kardeş, eş, ana, baba var.
Katiller bulunsun. Bunca yıldan sonra bu aile trajedileri bitsin. Devletimizi emanet ettiğimiz o suçluların hepsi hesap versin.
Başbakan ayıp ediyor
MİLLİYET gazetesinin iki köşe yazarı ardı ardına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın öfkesinin hedefi oldu. Sadece öfkenin değil, tehditlerin, gözdağlarının
hedefi oldu.
Önce Abbas Güçlü. Suçu ve kusuru, meşhur LYS sınavı skandalının ısrarla üzerinde durmak, ÖSYM Başkanını istifaya davet etmekten yılmamaktı.
Başbakan onu tehdit etti, neredeyse günün birinde ‘Ergenekon çetesinin üyesi’ olarak sorgulanacağını ‘muştuladı’ Abbas’a.
Ardından sıra Nuray Mert’e geldi. Söylemediği sözleri önce Nuray’ın ağzına yerleştirdi Başbakan, sonra da o sözler nedeniyle demediğini bırakmadı, ‘namert’ bile dedi.
Bunlar, en hafif deyimiyle ayıp şeyler. Ama ayıp kelimesi sahiden hafif kalıyor; çünkü başbakanların ağzından çıkan sözler genellikle sonuç doğurur, birileri durumdan vazife çıkarır, arkadaşlarımızın başına olmadık şeyler gelebilir.
Onların başına bir şey gelme olasılığı kadar kötü olan bir başka şey, başkalarının aynı öfkenin hedefi olmamak için söyleyeceği sözü sakınması, kan yuttuğu halde kızılcık şerbeti içtim demeye
başlaması olur.
Ortam böyle böyle, yaşanmaz, çekilmez bir otoriter ortama dönüşüyor.
Paylaş