Paylaş
Birinci şapka, suçun işlenmesini önleyen kolluk kuvveti şapkası; ikinci şapka ise bir suç işlendikten sonra savcının yürüteceği soruşturmayı uygulayacak olan ‘adli kolluk’ şapkası.
Normal şartlarda, bir suç işlendiğinde veya bir suç soruşturması başladığında her türlü idari yetki ilgili savcıya geçer, polis müdürleri ve vali ikinci planda kalır.
Yasaların öngördüğü durum budur.
* * *
Ama fiiliyatta öyle olmaz. Bir suç işlendiğinde, dikkat edin ne olduğu ve nasıl bir soruşturma yürütüldüğüyle ilgili ilk açıklamayı eğer hükümet yapmıyorsa valiler yapar. Yani, o andan itibaren ‘adli kolluk’ olup savcının emrine girmesi gereken polis, ‘gizli’ soruşturma bilgilerini en azından valiye kadar aktarır. (Ki çoğu durumda Başbakana kadar verilir bu bilgiler.)
Polisin bu yaptığı suçtur; ‘soruşturmanın gizliliğini ihlal’ suçu.
Oysa hepimiz biliyoruz ki, Türk polisi, ‘gizli’ olması gereken Ergenekon soruşturmaları konusunda sadece Amerikan Büyükelçiliğini değil Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı da özel bir brifingle bilgilendirdi. Hem de birden fazla kez...
Hatta şöyle dedikodular bile çıktı: Başbakana Ergenekon brifingi veren polislerin eksik, yanlış, hatta yönlendirici bilgiler aktardıklarından şüphelenen Başbakan bu şüphesinde haklı çıktığını görünce çok da sinirleniyor, soruşturmacı ekip bu yüzden dağıtılıyor, o andan itibaren Başbakan MİT’e daha fazla güvenmeye başlıyor, bu son KCK operasyonunun MİT’i hedef almasının arka planında da bu var...
Tabii bu aktardığım bir dedikodu, kimsenin doğrulamayacağı, sıkıştırılırsa yetkililerin yalanlamak zorunda kalacağı bir dedikodu. Ama bu dedikodu yazıldı çizildi, söylendi. Söyleniyor.
* * *
Ama bakın, son MİT operasyonu sonrası hükümet ‘Neden benim bu işlerden haberim olmadı’ diyerek sinirlendi. Sadece savcı değildi operasyonu kendi birinci derece amiri olan başsavcıdan gizleyen, polis de kendi müdüründen ve valisinden gizli hareket etti belli ki.
Polis belki de ilk defa ‘adli kolluk’ olmanın gerektiği gibi davranıyordu ama bunun da bedeli o polisler için ağır oldu.
Ucuz kredi aldı diye istifa eden Cumhurbaşkanı ve biz
SON birkaç hafta içinde İngiltere’de bir bakan, Almanya’da da bir Cumhurbaşkanı istifasına tanık olduk.
İngiliz Bakan, taa 2002 yılında aldığı bir trafik cezasını karısına ödedip kendisi hakkındaki gerçeği ört bas etmekle suçlanınca istifa etti. Almanya Cumhurbaşkanı ise bir işadamı dostundan piyasa fiyatının altında faizle borçlandığı, eşi normal insanlara yapılan yüzde 1 yerine yüzde 1.5 indirimle otomobil kiraladığı için.
Bu çeşit davranışların sonunun bizde istifayla bitmesinin hayal bile edilemezliği ilk akla gelen şey. Ama ben onun üzerinde bile durmayacağım bugün.
* * *
Benim esas üzerinde durmak istediğim konu, bu son iki örnekten hareketle demokrasinin ne olduğu ve ne olmadığı.
İngiliz bakan da Alman Cumhurbaşkanı da tek bir sebeple istifa etmek zorunda kaldılar: Kendilerine ayrıcalık istedikleri için.
Oysa demokrasi ayrıcalıkların rejimi değildir, tam tersine eşitliğin rejimidir. Bu eşitlik özellikle seçilmiş kişiler için geçerlidir.
Şimdi bakalım seçilmişlerimizle biz seçen sade vatandaşlar ne kadar eşitiz?
Ekonomik konulara hiç girmeyeceğim bile. En basiti şu: Onlar da uçak biletine bizimle aynı parayı veriyorlar ama bizim muhatap olduğumuz güvenlik işkencesinden hiç geçmiyorlar, VIP salonundan özel otobüsle ve en son yolcular olarak uçağa biniyorlar, üstelik bussiness class uçuyorlar.
Hadi bunları geçtim. Milletvekilleri ve aileleri yurt dışına tatile veya iş gezisine gidecekleri zaman vize işkencesinden de geçmiyorlar. Ceplerinde kırmızı pasaportlarıyla bize nanik yaparak sınır kapılarında kuyrukların en önüne alınıyorlar.
Gelelim siyasi konulara...
Milletvekillerinin kürsü dokunulmazlığı var. Onların söyledikleri bırakın yargılamayı soruşturma konusu bile olmuyor. Ama onları seçmek için oy veren vatandaşlar ifade özgürlüğünü yasaklı alanlarda kullanmaya kalkınca hapislere düşüyor.
* * *
Benim adım doğrudan veya dolaylı olarak herhangi bir suça karışsa, savcılar tarafından hemen soruşturuluyor, tutuklanıyor, yargılanıyorum oysa milletvekilleri adi suçlarda bile soruşturulamıyor, yargılanamıyor, tutuklanamıyor.
Seçilmiş yöneticilerimiz bu durumu içlerine sindiriyor, kendilerini seçen insanlara göre ayrıcalıklı konumlarda olmayı hiç ama hiç rahatsız edici bulmuyorlar.
Şimdi bir kez daha düşünelim: Bizim demokrasimiz bir eşitlik rejimi mi, ayrıcalıklar rejimimi mi?
Siyasi yargılamalar siyasi iklimden bağımsız mı?
GEÇMİŞTE de böyle olurdu aslında. Taa 40’lara kadar, 50’lere kadar gidebilirsiniz, isterseniz Atatürk dönemine, hatta Kurtuluş Savaşı yıllarına kadar gidebilirsiniz.
Sovyetler Birliğinden para ve silah gelecektir. Komünist Partisi kurulur, Yeşil Ordu kurulur, sonra iklim değişir, hepsi hapsi boylar. 2. Dünya Savaşını Nazi Almanyası kazanacak gibidir, yerli faşistler çıkar sahneye, destek görür hatta, ama sonra savaşın seyriyle birlikte iklim de değişir, hadi hepsi hapse.
1950 seçimine giderken özgürlük havaları eser, sosyalistlerin ‘Zincirli Hürriyet’ine Celal Bayar bile yazı yazar. Ama DP iktidara gelir gelmez iklim değişir, ‘Zincirli Hürriyet’ kapanır, dergiyi çıkaranlar hapsi boylar.
Bugün de değişen bir şey yok.
Bundan beş-altı yıl önce KCK soruşturmasının bugünkü yürütülüş biçimini, eline hayatta silah almamış ve almayacak, alanları da kınayacak üniversite profesörlerinin yayıncıların hapse atılacağını, Kürt basınından 94 gazetecinin tutuklanacağını hayal edebilir miydiniz?
Hayal edemezdiniz. Çünkü o zaman iklim farklıydı. Rüzgar daha fazla demokrasiden, ‘Kürt açılımı’ndan esiyordu. O zaman, Kürt açılımını eleştiren, ‘ülkeyi bölüyorsunuz’ diyenler, daha sonra ismi konacağı üzre ‘Ergenekoncu’ bir azınlıktı.
Sonra ne oldu da bugün bulunduğumuz noktaya geldik? Ülkede siyasi iklim değişti, iktidarın Kürt sorununa yaklaşımı değişti.
Düne kadar ‘Ergenekoncu azınlık’la hiç değilse bu konularda aynı biçimde düşünen polis ve savcılar bu iklimden cesaret buldu, düğmeye bastı. Hükümet onları da destekledi.
Ve bugün işler döndü dolaştı, hükümetin faaliyetlerinin sorgulanmasına kadar vardı.
Paylaş