RUSYA KAZANAN KAYIĞA ATLAYIVERİR
Bugün üç lider Ankara’da... Masadaki konu kuşkusuz ki İdlib ve büyük göç dalgasının yaratacağı sıkıntılar... Zirveden bir sonuç çıkar mı?
Lehimize bir sonuç beklemiyorum. Esad’ı düşman olarak ilan ettik. Halbuki işin aslına bakarsanız, bizim doğal müttefikimiz Esad’dır. Amerika’nın teşvikiyle girdik Suriye’ye, sonra Amerika fikir değiştirdi, Esad bahane haline geldi, asıl amacı meydana çıktı. Asıl amacı bir Kürt devleti kurmaktı. Esad’a da tahammül edecek gibi görünüyor. Nerede rejimle muhalifler çatışsa, rejimin yendikleri bizim tarafa geliyor. Türkiye, tarihi boyunca aldığı mültecilerin neredeyse on mislini aldı. İdlib’de de aynı şey olacak. Çünkü İdlib’i Esad’ın kontrolüne vermeye kararlılar. Anlaşılan ABD de buna itiraz etmiyor. Zira iki devlet hiçbir zaman doğrudan karşı karşıya gelmezler. Bunu tehlikeli bulurlar. Ancak bunların taraftarları karşı karşıya gelir.
Ya Soçi mutabakatı?
Bence mutabakat sırasında iki taraf da zaman kazandı. Zaman bitti. Bizim şimdi yapmamız gereken şey Esad ile Rusya aracılığıyla değil, doğrudan görüşmek. Çünkü araya giren aracı, kendi çıkarını düşünür. Bunun bir örneğini Ermeni meselesinde görmüştük. İsviçre’nin, diğerlerinin aramızda ne işi vardı? Sonunda ortaya çıktı ki İsviçreliler bir tarafa başka şey, diğer tarafa bambaşka bir şey söylemişler.
Rusya’yı arabulucu yapmanın sakıncalarını bu ülkeyi yakından tanıyan bir diplomat olarak anlatır mısınız?
Diplomaside ‘yaratıcı tercüme’ diye bir kavram vardır. Yaratıcı tercüme ederler. Olduğu gibi güvenemezsiniz. Rusya, çıkarları doğrultusunda hassas ve akılcı davranır. Kazanan kayığa atlayıverir. Üstelik 10-20 yıl sonrasını da hesap eder. Dış politika Çarlık zamanında neyse şimdi de öyledir. Tek ilkesi vardır. Rusya’nın çıkarı. Bunu da iyi hesaplarlar. Elbette Türkiye ile ilişkileri bozmak istemez. Türkiye zor durumdadır. Çünkü hep bir denge politikası güderken, Amerikalılar ile de papaz oldu.
ACIYLA AĞIZLARINI YAKTIK, BAKLAVAYLA TATLANDIRDIK
Dünyada kaç gastronomi kenti var?
23 şehir var.
Türkiye’de ilk gastronomi kenti unvanını alan Gaziantep’te süreç nasıl işledi?
Bundan altı yıl önce UNESCO’ya (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) başvurduk. UNESCO’nun ‘Yaratıcı Şehirler Ağı’ var. Bu ağa dahil olmak istediğimizi söyledik ve çok ciddi bir çalışma başlattık. UNESCO’ya girebilmek için raporlamanın doğru yapılması, hikâyeyi iyi anlatmak gerekiyor. İlk başvurulduğunda sonuç olumsuz gelmişti. Ben dedim ki “Bu bizim beceriksizliğimiz çünkü burada çok ciddi bir potansiyel var. Demek ki onların diline çeviremedik.” Bence bu işten anlayan kişilerle çalışılmamıştı. Çünkü bir akademik altyapı, raporlama ve ciddi bir lobi gerekiyor. Bunlar zayıf kalmıştı.
Yani biz iyi hazırlanamamıştık... Sonra?
Akademik dünyayla bir araya geldik, altı ay raporlama çalıştık. Bir yıl boyunca ciddi ciddi lobi yaptık. Dışişleri Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, ilgili büyükelçilerle çok yoğun çalıştık. Önemli günlerde, mesela Dede Korkut günlerinde Paris’e gittik, UNESCO’nun ana binasında Gaziantep’in yerel lezzetlerini tattırdık. Acıyla ağızlarını yaktık, sonra baklavayla tatlandırdık. Sonra menengiç kahvesinin aromasını hissettirdik. O farklılığı, o lezzeti sunduk, epey bir mücadele ettik ve başardık. Türkiye’de ilk kez Yaratıcı Şehirler Ağı Gaziantep tarafından kullanılmış oldu. Cumhurbaşkanımızla Çırağan Oteli’nde çok önemli bir lansman yaptık. Dünyanın bu konuda kafa yoran kişileri, medya, akademik dünya, Michelin yıldızlı şefler katıldı. Yaklaşık beş yıldan beri UNESCO’ya taahhütlerimiz var.
Öncelikle hayırlı olsun diyelim, sizi tanıyarak başlayalım…
Tabii, beş yıldır devlette görev yapıyorum. 2015’te atandığım Devlet Hava Meydanları İşletmesi’nde iki yıla yakın Genel Müdür olarak vazife yaptım. Daha sonra bakanlıkta çalıştım. Bundan bir yıl kadar önce yine Ulaştırma Bakanlığı bünyesinde Havacılık ve Uzay Teknolojileri Genel Müdürü olarak çalıştım. Aralık ayında Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle uzay ajansımız kurulunca bizim genel müdürlüğümüzden buraya geçiş dönemi başladı.
Eğitiminizden de bahseder misiniz?
1978 yılında İTÜ’ye girdim. Uçak mühendisliği bölümüne… Ancak o zaman şartlar gereği tahsilimize Berlin’de devam etmek zorunda kaldık. İki sene kadar İTÜ’ye devam ettikten sonra Berlin Teknik Üniversitesi Havacılık ve Uzay Bilimleri Fükeltesi’nde lisans ve yüksek lisans yaptım.
İpek ÖZBEY - Serdar Hüseyin Yıldırım
O zamanki şartlar dediğiniz, 80 darbesi mi?
Tabii, o zaman biliyorsunuz kardeş kavgası vardı, karanlık günlerdi. Okul bir açılıyor, bir kapanıyor. Burada okulu bitiremeyeceğim kanaatine kapıldığım için Berlin’e gittim. 1987’de yurda döndüm. Yaklaşık 30 yıldır bu sektörün içindeyim.
HAYATTAKİ TEK KAVGAM VE ALDIĞIM DERS
İdealist bir ailede dünyaya geliyorsunuz. Bugün bu noktada bir eksiklik olduğunu düşünüyor musunuz?
Kesinlikle düşünüyorum. Tabii benim hayatta büyük şanslarım da oldu. Biri dediğiniz gibi annem-babamdı. 23 Mart 1928’de Samsun’un bir ilçesinde doğdum. Adımı Hasan Âli Yücel koymuş. Öğretmen olan annem ve babam bir çocukla mesleği yapmanın güç olduğunu, başka çocuklara yeteri kadar zaman ayıramayacaklarını düşünmüş. O zaman yeni açılan İş Bankası’na girip, Zile şubesinde memur olarak çalışmaya başladılar. Zile, elektriği, suyu olmayan, evleri kerpiç bir yerdi. Cumhuriyet’in 10’uncu yılında ben beş yaşındaydım. O kapkaranlık Zile dört direk, etrafında bez, içinde lamba yanan tak-ı zaferlerle aydınlandı. ‘Bu nedir’ diye sordum, ‘Cumhuriyet’ dediler. ‘Demek ki Cumhuriyet aydınlıkmış’ dedim. Cumhuriyet’in beş yaşında algıladığım aydınlığı yaşımla, bilgimle beraber hayatım boyunca ışığım oldu.
Hayatta bir kez kavga etmişsiniz...
Evet, okulda bir çocukla kavga ettik. O da gitti babasına şikâyet etti. Babası okul müdürüydü. Hâlâ da etkisini hissettiğim bir söz söyledi müdür bey: “Siz kendi aranızda halledin, beni bu işe karıştırmayın!” Bu bana ders oldu. Diğer ders de şuydu: 10’uncu sınıfta, 80 kişilik bir sınıfta okuyorduk. Gürültü fazlaydı. O arada çok genç bir psikoloji hocası geldi. Biz 16 yaşındayız, o 23-24 yaşında. Ders anlatıyor, dinleyen yok. Kızdı, “Burayı kahvehaneye çevirdiniz” dedi, gitti. Bir dahaki ders geldiğinde sınıfın ön plandaki öğrencilerinin tahtaya “Asım’ın kahvehanesi, çay 25 kuruş” yazdıklarını gördü. Hocanın adı Asım’dı. Şöyle bir baktı, ‘Hadi bana bir kahve ısmarlayın da barışalım’ dedi. O yaşta bir genç için çok iyi bir model oldu. Tabii evlilik hayatım da öyle. Çocuklarım da bunu devam ettirdiler. İkisi de bugün profesör.
Bugün sanki rol modellerimiz yok.
İşe evvela ruhbilim açısından bakmak lazım. Ruhbilimde bizim en çok üstünde durduğumuz şey, benliktir. Benlik ailede gelişir. İkincisi kimliktir, o da aile, okul ve toplum içinde gelişir. Üçüncüsü kişiliktir, bunların ikisinin birleşimi ve kişinin bilgisi, ilgisi, çabası ile gelişir.
Oğuz, Nilüfer’i anlatırken “Kayahan, Nilüfer’in canını çok acıttı. O günlerin yakın şahidi olarak biliyorum ki Kayahan haksız, Nilüfer haklıydı” diyor.
Neşeli günlerimizi hatırlayan var mı? Ne zamandı?
Selin Ongun çok güzel anlatmış aslında: “Henüz Instagram icat edilmemiş, Twitter eskimemişti... Sonraki AK Parti’li yıllara damgasını vuracak olan siyasi kamplaşma, popüler eğlence ve gösteri dünyası özneleri arasında da izlenir olmuştu...”
Bir soru sorma ustası olan gazeteci Selin Ongun’un, eğlence dünyasının duayeni Mustafa Oğuz’la günlerce, saatlerce yaptığı söyleşiler ‘Yorma Birader’ adıyla raflarda yerini aldı.
Bu kitabı yapmak zordu. Hayatını açacak kişi Mustafa Oğuz’du ve bu iş olup bittiğinde ortaya serilecek olan, sadece onun hayatı değildi. Dokunduğu insanlar vardı; hepsi şöhretti. Hemen hepsi özel hayatını muhafaza etmiş, sanatıyla hak ettikleri yere gelmiş kişilerdi: Sezen Aksu, Mazhar Fuat Özkan, Onno Tunç, Timur Selçuk, Nilüfer, Erol Evgin... Şan Tiyatrosu yılları... Rumeli Hisarı konserleri...
80’li, 90’lı yılların eğlence hayatına yetişmiş olanlar için Mustafa Oğuz’un anlattıkları; dönemin siyasi atmosferi, ilişkileri, aktörleri açısından da çok şey ifade ediyor. Herkes tanıdık geliyor... Çocukluğunuzu, gençliğinizi anlatıyor... Kulağınıza gizliden gizliye ‘Diday Diday Day’ ya da ‘Değer mi’ diye şarkılar fısıldanıveriyor okurken...
Sıkıyönetim zamanında yaptıklarım bugün
YILDA 2-2.5 SANTİMLİKHAREKET GÖZLEMLİYORUZ
Tectonophysics dergisinin Ağustos 2019 sayısı için kaleme aldığınız makale, hem de körfez depreminin yıldönümü yaklaşmışken yüreğimizi ağzımıza getirdi. Çalışmanızda son 1500 yılın verilerini incelediniz ve geleceğe dönük senaryolar ortaya koydunuz. Deprem biliminde geçmiş ya da tarihsel kayıtlar gelecekle ilgili ipucu verir mi?
Elbette. Öncelikle şunu belirtmeliyim: Türkiye’de bu konuda çalışan onlarca bilim insanı var, hepsi de bu konunun üzerine düşüp değerli vakitlerini, enerjilerini, bütçelerini harcıyorlar. Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü’nden Doç. Dr. Fatih Bulut, Doç. Dr. Aslı Doğru, İstanbul Teknik Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Cenk Yaltırak ve Ankara Üniversitesi Jeofizik Bölümü’nden Prof. Dr. Bahadır Aktuğ ile birlikte milattan sonra 500’den günümüze Marmara Denizi’ndeki yıkıcı depremler ve bu depremlerin etki alanları, dolayısıyla bu fayların hareketini temel alarak çalıştık. Kandilli 1895’ten beri deprem gözlemi yapıyor, dolayısıyla müthiş bir arşivi, gözlemsel kapasitesi ve bilgi birikimi var. Marmara Denizi’nin 1200 metre altında sismometrelerimiz mevcut ki 0.2 büyüklüğündeki depremleri bile algılıyoruz.
Bu nasıl bir avantaj sağlıyor?
Oradaki fayın tek parçalı mı çok parçalı mı, hangi parçanın hangi özellikte olduğu gibi bilgileri net olarak gözlemliyoruz. Marmara’daki fayı Çınarcık, Merkez ve Tekirdağ çukurlarını kat eden üç parça düşündüğümüzde Batı’daki ve Doğu’daki parçaların daha çok ve daha derinde, orta kısmın daha az ve sığ deprem ürettiğini görebiliyoruz. Tarihsel kayıtlar önümüzü görmek açısından şöyle bir önem taşıyor: Hangi yıldaki depremin ne kadarlık bir etki alanı olduğu, ne kadarlık bir parçanın kırıldığını o kayıtlardan çıkartıyoruz. Diyelim bir deprem oldu, bir fayı kırdı. Yerkabuğu statik değil, dinamik. GPS yöntemiyle milimetre hassasiyetinde yerkabuğu hareketlerini izliyoruz. Anadolu plakası; güneybatı yönde, saat istikametinin tersi yönünde bir hareket yapıyor. Bu hareketle bir enerji birikiyor. O biriken enerji de belli bir noktaya ulaştıktan sonra deprem olarak ortaya çıkıyor ve fay parçasını kırıyor. Tarihsel depremlerle fayın nerede olduğunu tespit ediyoruz, hangi parçanın ne zaman kırıldığını, fay parçasının uzunluğunu, derinliğini biliyoruz. GPS ile yılda 2-2.5 santimlik bir hareket gözlemliyoruz. Dolayısıyla o fay boyunca biriken enerjiyi hesaplayabiliyoruz. Yani şunu diyoruz: Bu fayın bu parçasında şu ana kadar 7.5’lik deprem üretebilecek bir enerji birikmiş durumda. Şu fay parçasında 7.4, diğerinde 7.2... Bu biriktirmeye devam ediyor.
7.4 enerji birikti demek, “Depremin vakti geldi” anlamına mı geliyor?
Daha da birikebilir ama fayın bu birikime karşı belli bir direnci var, bu direnç aşıldığında deprem meydana geliyor. Mesela Kuzey Anadolu fayı, 1939’da Erzincan’dan kırılmaya başlamış, kırıla kırıla Batı’ya doğru göç etmiş. 1999’da iki tane deprem oldu. Bir sonraki depremin Marmara Denizi’nde olacağı, büyüklüğünün de yaklaşık 7.2 ve üzerinde olacağı 2000’lerden bu yana söyleniyor zaten. Vatandaşın bilmesi gereken şu: Marmara Denizi içinde aktif faylar, tarihsel depremler, sürekli sismik aktivite ve bir yerkabuğu hareketi var. Bir enerji birikiyor ve bu bir gün açığa çıkacak. Bu röportajı verirken de bir ay sonra da üç sene, 10 sene sonra da çıkabilir. Yaptığımız çalışmalarda da belirli kümeler bulduk.
Nedir onlar, detay verir misiniz?
GERİ DÖNÜLMEZ NOKTAYA GELDİ
BM raporuna göre, 11 yıl içinde 120 milyon kişi daha da yoksullaşacak. Bu vahim tabloda insanoğlunun payı ne kadar?
BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin 2003’te yayımlanan raporundan beri, insanın iklim sistemi üzerindeki olumsuz rolü ve iklim değişikliğine yaptığı katkı göz ardı edilemeyecek kadar kesin ve doğru kabul ediliyor. Başta fosil yakıtların yakılması, ormanların yok edilmesi, yanlış arazi kullanımı uygulamaları, sanayi süreçleri olmak üzere insan etkinlikleri, sanayi devriminden beri insanın iklim üzerindeki olumsuz etkisinin artarak sürmesine yol açtı. Bugün bu etki, özellikle 20’nci yüzyılın son çeyreği ve 21’inci yüzyılda geri dönülemez bir noktaya geldi.
Bu noktaya nasıl geldik?
Sera gazlarının atmosferdeki birikimlerinin çeşitli insan etkinlikleri nedeniyle sanayi devriminden beri hızla artması sonucunda kuvvetlenen sera etkisinin en önemli sonucu, yerkürenin enerji dengesi üzerinde ek bir ısınma oluşturarak dünya ikliminin daha sıcak ve daha değişken olmasını sağlamasıdır. Öte yandan, ister küresel isterse bölgesel ölçekte olsun, iklim değişikliği, ekstrem hava ve iklim olaylarının sıklığında, şiddetinde, alansal dağılışında, uzunluğunda ve zamanlamasında da önemli değişikliklerin gerçekleşmesine neden olmakta. Örneğin, alansal ve zamansal olarak yüksek bir değişkenlikle nitelenen yağışlarda, 1950-2011 döneminde dünyanın çeşitli bölgelerinde önemli azalış ve artış eğilimleri gözlendi. Ayrıca dünyanın birçok bölgesinde ve Türkiye’deki şiddetli yağış olaylarında da artışlar gözlenmiş, bazı ekstremlerde de önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır.
Prof. Dr. Murat Türkeş
TÜRKİYE’DE HAVA ARTIK DAHA SICAK
Elif (18) ve Selim (28), 2002’nin 21 Haziran’ında Pendik Çarşısı’nda ilk kez el ele yürür. Bekledikleri, Elif’in ailesinin Selim’i kabulüdür.
Kadının amcaoğlu, ertesi gün Selim’in işyerine gider, tehdit eder. Bu arada Selim’in ailesi, evlilik hazırlığı için memleketten gelmiştir bile. Elif’in ailesi kızlarının kaçırıldığını iddia eder, Selim savcılığın yolunu tutar. Yaşları tuttuğu için serbest bırakılırlar. İki sevgili, gün almak için nikâh dairesine giderken 15 kişi yollarını keser. Polis ayırır. Bitmez... Amcaoğlu Selim’e kurşun yağdırır, namluyu eliyle tutan Elif’e de...
Ne kadar tanıdık hikâye değil mi? Sadece isimler değişiyor. Evrim ile Selahattin oluyor, bazen Dilber, kimi zaman da Birgül...
Hepsinin altında yatan neden aynı: Sözüm ona iffetli olmayan kadınlar ve yine sözüm ona pek şerefli erkekler...
Mehtap Hamzaoğlu, bilimsel çalışması ‘Namus: Kadına Şiddetin İdeolojisi’nde insanlık tarihinin bu en eski ve en büyük sorununa ışık tutuyor.
Her şey ailede başlıyor
Yazar, ‘Hakkını dahi arayamadan bu dünyadan sessiz sedasız giden kadınlara’ ithaf ettiği kitabında aslında en çok erkeklere sesleniyor.