Paylaş
30 Ekim 1918 tarihi, kaderin cilvesi diyebiliriz. Birinci Dünya Savaşı’nın seyri olduğunu söylememiz daha rasyoneldir; bu tarihten tam 4 yıl evvel Rusya ile resmen savaş ilan ederek harp eden devletler arasına girmemizden sonra bu sefer teslim bayrağı çektik ve mütarekeye başvurmak zorunda kaldık. Avusturya-Macaristan, Bulgaristan gibi ağır müttefikler bizden evvel çekilmişlerdi. Almanya ise bir müddet sonra çekilecektir. Mütareke Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda olacaktır.
Türk heyetinin başında Bahriye Nazırlığı’na gelen Rauf Bey, İngiliz heyetinin başında Sir Somerset Arthur Gouch Calthorpe vardır. Şartlar malum devletlere İtilaf Devletleri tarafından empoze edildiği gibi ağırdır.
DEVLET-İ ÂLİYYE’YE DAYATILAN AĞIR ŞARTLAR
1. Bütün tersaneler teslim edilecek, donanmalar da bu tersanelerle birlikte bağlantı altına alınacaktır.
2. Mevcut askerî kuvvetler terhis edilecek, sadece asayişi sağlayacak kuvvetler kalacaktır. Osmanlı Genelkurmayı’nın doğrudan doğruya işgal kuvvetleri ile işbirliği hâlinde çalışması söz konusudur. Bu husus, ikinci işgal sırasında doğrudan doğruya Genelkurmay’a gelen yazışmaların kontrol ve sansür altında tutulmasına dönüşecektir.
3. Asayiş için Devlet-i Âliyye’nin bölgeleri İtilaf Devletleri’nin işgaline bırakılacak, devlet gereken yerlerde asayişi sağlayamazsa müdahale imkânı olacaktır. Bu madde de çok fazlasıyla ve abartılarak uygulanmıştır.
4. Doğrudan doğruya Birinci Dünya Savaşı’nın öncesindeki şartlara dönülecektir. Dolayısıyla İtilaf Devletleri’nin Türkiye’deki kapitülasyonlar konusunda ne kadar titiz oldukları, bu konunun üzerinde dikkat ve ciddiyetle durdukları, dostane ve hakkaniyetli bir yaklaşım beklemeyecekleri açıktır. Şahsen Rauf Bey mütareke sırasında Calthorpe’a yeniden bir gözden geçirmenin yapılabileceğini söylemiştir. Tabii İngiltere bu durumu Lozan Barışı’na kadar götürecek ve hatta Lozan görüşmelerinin çığırından çıkmasına sebep olacaktır.
İtilaf Devletleri savaşın daha sonrasında muhtelif safhalarda birbirleriyle ihtilafa düştükleri hâlde, mütarekede dahi, Lozan görüşmeleri sırasında hep bir arada kapitülasyonlar için hassasiyetlerini korumuşlardır. Bundan başka idarenin ve ordunun her safhada kontrolü vardır. İdarede bu sansürün ve kontrolün çok ileri gittiği; haberleşmeye el konulduğu, bundan daha fazlası Hariciye Nezareti’nin tüm mütareke dönemi boyunca çok açık bir şekilde İtilaf Devletleri ve İngiltere ile işbirliği yapması Ankara Hükümeti’ni çileden çıkaracaktır. Zaferden sonra Osmanlı Hariciye Nezareti’nde büyük ölçüde tensikata (işten çıkarmalara) gidilmesi tesadüf değildir.
Rauf Bey, Osmanlı milletinin fazla iyi niyetli davrandığını, İngiltere’den ve sözcüleri Amiral Calthorpe’dan daha soğukkanlı ve daha mutedil bir muamele gördüklerine inandıklarını belirtmiştir. Halbuki bunların hiçbirisi hakikat bulamaz çünkü İtilaf Devletleri’nin niyeti Versailles’ın ön görüşmeleri sırasında ortaya çıktı. Bizzat Trianon, Saint-Germain, Neuilly Antlaşmaları sonrasında İngiltere’nin Türk tarafı ile ön görüşmelerinde de bilfiil tekrarlandı. Mütareke sırasında bile İtilaf Devletleri’nin bu kadar amansız davranacakları, verdikleri sözleri tutmadan veya asayişi öne sürerek belirli maddelere başvuracakları görülecektir.
Türk halkının uzun bir savaşın sonunda 19 Mayıs’ta mütarekenin ilk düzeninin de lağvedildiği bir politikanın içinde savaşa girdiği görülmüştür. Nitekim ondan sonraki uzun devrede Yunanların 15 Mayıs 1919’da İtilaf kuvvetlerinin desteğiyle İzmir’e çıkması, ardından Mustafa Kemal Paşa’nın fevkalade ordu müfettişi olarak faaliyetlere başlaması, 1920’de Millet Meclisi’nin kurucu hükümet olarak meydana gelmesi, 1921’de Sakarya Muharebesi’nin kazanılmasından sonraki dönem olarak dört dönemde ele alınıyordu.
İSTİKLAL SAVAŞI PROJELERİNE ENGEL OLDU
Mondros Mütarekesi, Türk İmparatorluğu’nun Avrupa topraklarından tamamıyla itilmesi, Akdeniz ve Karadeniz üzerindeki bağlantının beynelmilel kuvvetlere geçmesi ve en güçlü bahri kuvvet olarak İngiltere tarafından yönetilmesi, Türklerin imparatorluğunun Küçük Asya’da da sınırlı bir parçaya nakledilmesidir. Bu sonuçlarla hazırlanan Sevr, tıpkı diğer antlaşmalar gibi fakat onlardan çok daha hazin olarak ortaya çıkmıştır. Reddedilmesi ve ölü doğması, İstiklal Savaşı’nın başarıyla tamamlanması ve Lozan’a gidilmesi bu projeleri durdurdu. Dolayısıyla Avrupa topraklarında da Küçük Asya’da da Türkiye’nin konumu güçlendi. Avrupa devletleri Birinci Harp’ten sonra feci çarpışmalı bir duruma düştüler ve bugünkü dönemlerine girdiler. Bu, Avrupa’nın son çağıdır ve çok parlakça bir çağ olduğu söylenebilir mi, bunu henüz göreceğiz.
Bu ay Cumhuriyet’in 100. yıldönümüne girdik. Bu yıldönümünün istenildiği ve beklenildiği gibi hazırlanmadığı görülüyor. Bundan sonraki yıllarda yakın Türkiye tarihinin daha çok incelenmesi ve önemli olayların sık sık müstakilen kutlanması şart olmalıdır.
EGE TURU
Bu hafta Çiğdem Simavi, Melih Fereli, Nazan Joffre ve Zeynep Ecevit’in katıldığı Ege gezisi yaptık. Simi Adası’nı tekrardan görmek nasip oldu. Doğrusu bu adanın iki sıraya dizilmiş pitoresk evleri onun tabiat bakımından yoksulluğu örten bir güzellikti. Türk turistlerin çok düşkün olduğu bir yer. Paranın akışı, turizm faaliyetlerinin yükselmesi dolayısıyla şehrin birkaç sene içerisinde büyüdüğünü gördük. Bu büyüme daha çok öbür evlerin taklidi olan pek fazla tabiatın, tarihin, kültürün yaratısından çok, çakma bir büyümeyle oluyor. Betonarme evlerin sanki klasik malzemeyle yapılmış gibi bir havası var. Hoşuma gitmedi ama dediğim gibi büyük konuşmayacaksınız.
Karşıda Bozburun’a geçtik. Bozburun her şeye rağmen sempatik, tenha bir kıyı kasabasıydı. Burayı kalkındıran merhum tıp profesörümüz, İstanbul’un entelektüel simalarından olan ve deniz sporlarına düşkün Süleyman Dirvana’dır. Orası da büyümüş. Büyüme alıştığımız usul; gecekondu betonlaşması. Karadeniz ustalarının yarattığı garip, üçgen çatılı binalar, kolayına geldiği gibi çırpmalarla orası da büyüyor. Bozburun’a gelip yerleşenler tabiata, hayvan sevgisine açık insanlar. Ama bu fazla bir şey ifade etmiyor. Kim orayı kendine göre planlıyor; daha doğrusu plansızlaştırıyor ise durum ona göre gelişiyor.
Anadolu kıyıları maalesef Yunanistan kıyılarına göre güzellik bakımından günden güne geri kalıyor. Oysaki doğa itibarıyla son derece güzel olduğu gibi, tarih yönünden de Knidos gibi kazı yerlerinin bulunduğu bir çizgidir. Ne zaman bu güzel vatanı daha dikkatli kullanacağız, bu önemli bir soru.
PASAROFÇA ANTLAŞMASI’NIN BELGELERİ NASIL SATIŞA ÇIKTI
Murat Bardakçı’nın Pasarofça Antlaşması’nın metinlerin Sotheby’s’deki bir müzayededen aniden çekilmesi üzerine yazdığı ilginç yazısını okudum. Doğrusu haberde itiraz edilecek bir şey yok. Bir tek şeyin üzerinde duralım. Kendisinin de belirttiği gibi satışa sunulan belgeler Topkapı Sarayı Arşivi’ndeki Pasarofça Antlaşması belgeleri değildir. Ama bildiğiniz gibi beynelmilel antlaşmalar Vestfalya Antlaşması’ndan (1648) sonraki dönemde tarafların birbirlerine karşılıklı yetki belgeleri (delegelere tanıtma ve tasdik ettirme) ayrıca ara görüşmelerin layihalarının eklenmesiyle meydana gelir ve bu gibi metinler daha çok Osmanlıların kendi Türkçeleri karşı tarafların da ya kendi milli dilleri ya da Latince metinlerle olur. Teati edilen belgeler hiç şüphesiz bir bütün içerisinde antlaşmaların tarihini meydana getirir.
MÜZELERDEKİ HIRSIZLIK ARŞİVLERE SIZMIŞ OLABİLİR
Uzun tarihimiz harplerle doludur. Tabii mütareke ve muahedeler de vardır. Bunların yayınını hep ihmal ederdik. Ancak zaman artık bunu zorluyor. Prut için Akdes Nimet Kurat Bey’in yaptığı gibi doğrudan doğruya birtakım milletlerdeki vesikaları karşılaştırarak inceleme, ister istemez Pasarofça ve Karlofça için de olacak. Bu antlaşma metinlerinin de herhâlde Avrupa devletlerinin biri, bir ihtimal İngiltere veya Avusturya tarafından çıktığı anlaşılıyor.
Neden aniden belge müzayededen geri çekildi? Hakikaten polisiyelik bir soru. Zannediyorum son zamanlarda Avrupa müzelerinde meydana gelen hırsızlık arşivlere de sızmış olabilir. Sotheby’s’de ise herhangi bir ülkenin elinde bulunması gereken muahede metinlerinin, yetki belgelerinin, ara layihaların bu maceralı el değiştirmeleri çok tartışılır bir nokta.
Paylaş