Paylaş
Zigetvar Kalesi de o arada fethedildi. Tekrar giydirilen naaşı tahta oturtularak muzaffer ordunun resmi geçidini selamladı. Dönüş yolunda “Hasta padişah arabasında seyahat ediyor” dendi.
Tam 450 sene evvel, 7 Eylül 1566’da Avrupa, Asya ve Afrika kıtasındaki son Roma İmparatorluğu’nun başındaki Muhteşem Süleyman, Otağ-ı Hümayun’da, yani ‘emperyal çadır’ın içinde ruhunu teslim etti. Osmanlı ordugâhında yer alan padişah ve başvezir çadırları neredeyse payitahttaki saray ve köşkler kadar, hatta bazı durumlarda daha da göz alıcıdır. En usta işlemeler, en muhteşem taht, kilim inceliğinde dokunmuş muazzam halılar bu otağı süsler. İçeri giren devletlular, hatta Erdel Kralı ve Kırım Hanı gibi bağımlı hükümdarlar, sefirler gerçekten de bir cihangirin huzurunda olduklarına inanırlar.
O gün o otağda ruhunu teslim eden padişah, 70 yaşını aşmıştı. Ama son ana dek seferdeydi. Avusturya Habsburgları ile yaşanan anlaşmazlıklar ve diplomatik gerginlikler devam ediyordu. Cerbe Adası’nın fethiyle yaşanan sevinç, 1565’te Malta kuşatmasının başarısızlığıyla gölgelenmişti. Padişah, stratejik bir hamle olarak, Macaristan sınırlarını Avusturya-Almanya blokuna, onların deyişiyle ‘Mukaddes Roma Germen İmparatorluğu’na karşı pekiştirmek niyetindeydi. Voltaire’in oldukça istihza ile kaleme aldığı Roma Germen İmparatorluğu’nu fiiliyatta bu hale getirenlerin başında Muhteşem Süleyman’ın 1526 Ağustos’undaki ‘Mohaç Zaferi’, koca Macaristan Krallığı’nı topraklarına katması, bugünkü Slovakya sınırlarının içine girmesi, Viyana’yı zorlaması bulunuyordu. Kanuni’nin tahta çıktığı anda zuhur eden Protestanlığı Almanların Katolik İmparatorluğu’nu zedelemek için herkesten çok desteklemesi, yine Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’na güç kaybettiren esas olaylardı.
HASTA PADİŞAH ARABASINDA SEYAHAT EDİYOR!
Padişah büyük bir strateji uzmanıydı. İspanya ve Germen bloku arasında sıkışan Bourbonlar Fransası’nın başmüttefikiydi. Bu ittifak aslında ta 1853-56 Kırım Savaşı ve Paris Kongresi’ne kadar devam etti.
Bizim tarihimizde Türk-Alman dostluğu yaşanmamış bir efsanedir. 20. yüzyıla kadar Osmanlı, daha akıllı bir politikayla Fransa ve İngiltere’yi daimi ittifak adayı olarak görmüştür. Bu Muhteşem Süleyman’ın politikasıdır. Padişah yaklaşan ölümü hissediyordu. Fakat askeri ve politik ataletin de karşısındaydı. 1 Mayıs 1566’da törenlerle bir daha göremeyeceği İstanbul’dan Avrupa’ya doğru sefere çıktı. Bu seferin sonunda İstanbul’a cenazesi dönecekti.
Topkapı Sarayı’nı inşa ettiren Fatih Sultan Mehmet, Anadolu Yakası’nda Gebze’de; oğlu II. Bayezid, torunu Yavuz Sultan Selim Han ve torun çocuğu Muhteşem Süleyman Han ise Rumeli yakasındaki seferlerde otağlarında, teslim-i ruh ettiler. Cihangir Padişah’ın ölümü, iç karışıklık tehlikesine karşı gizlendi. Cesedin iç organları tahtın altına gömüldü, naaşı bir biçimde tahnit edildi (mumyalandı). Zigetvar Kalesi de o arada fethedildi. Tekrar giydirilen naaşı tahta oturtularak muzaffer ordunun resmi geçidini selamladı. Dönüş yolunda “Hasta padişah arabasında seyahat ediyor” dendi.
ASKER YETİM KALMIŞTI
Belgrad’da yeni padişah babasının muzaffer ordusuyla buluşunca, biat merasiminin ardından, “Padişahım çok yaşa” avazesi, feryat ve figanın, ağlama ve uğultunun arasında kayboldu; asker yetim kalmıştı.
İstanbul’a kadar, Osmanlı tarihinin en kritik yolculuğu yapıldı. Bütün bu sahneler Osmanlı tarihçiliğinin usta kalemlerinden Feridun Ahmet Bey’in ‘Nüzhet-ül Esrar’ diye kısaca zikredilen eserinde en renkli biçimde anlatılmaktadır. (Bu eser Zeytinburnu Belediyesi tarafından minyatürleriyle birlikte yayımlandı.) Fakat daha şairane bir feryat, devrin büyük şairi Bakî’nin mersiyesidir.
TEVAZU DA HEYBETLİDİR
1980’lerde Macaristan’da Peç ve Zigetvar’da yapılan bir kongre sırasında, Kanuni’nin temsili mezarını ziyaret eden tarihçilerin arasında bulunan, Divan Edebiyatımızın üstadı Orhan Şaik Gökyay Hoca’nın bu mersiyeyi okuyuşu, herkesin tüylerini diken diken edecek ustalıktaydı ve Bakî’nin dizeleri, büyük padişahını kaybetmiş bir devletin, adeta ‘Leviathan’ın feryadı tonundaydı. Padişahı, Sinan’a yaptırdığı kendi gibi görkemli mirası Süleymaniye’nin haziresinde sevgili Hürrem Sultan’ın yanına defnettiler. Bugün o Cihangir’in mütevazı türbesi, tevazunun da herkesi hizaya getirecek kadar heybetli olabildiğini gösteriyor.
DÜNYAYI DEĞİŞTİREN HÜKÜMDARLARIN DÖNEMİ
1494’te doğdu. Çocukluğu, babası Şehzade Selim’in sancakbeyi olduğu Trabzon ile Kırım Kefe’de geçti. Annesi Hafsa Sultan, karşı görüşte tarihçiler olsa da Kırım Hanı’nın kızı olarak bilinir. Manisa’da uzun süre sancak beyliği yaptı. Bu şehir onun zamanında donandı. Bugün Manisa Üniversitesi’nin Fatih Sultan Mehmet veya Kanuni ismini taşımaması biraz gariptir. 1520’de Osmanlı tahtına geçti. Kanuni devri, batıda ve doğuda güçlü, renkli ve dünyayı değiştiren hükümdarların devridir. Rusya’da Korkunç İvan da bu dönemde hükmetti. İspanya’nın kralı V. Şarl, Muhteşem Süleyman’ın rakibiydi. Genç yaşta Alman İmparatorluğu tacı için de seçilen bu imparator, Süleyman Han’ın yüzünden rahat ve zafer dolu bir dönem geçiremedi. İran’daysa Safevi Hanı Tahmasb hükmediyordu, ‘İslam tarihinin batıya en açık hanedanı’ diyebileceğimiz bu hanedan Osmanlı’ya rakipti ama uzak coğrafyası yüzünden batıyla istediği gibi ittifak yapamıyordu. Safeviler, ateşli silahlar bakımından da zayıftı. Şah Tahmasb, bu Türk hanedanının en ilginç hükümdarlarından biridir. Modern İran’ı kurmakta payı olanlardandır. Kanuni’nin, Bağdat’ı alarak bugünkü Irak’a yerleşmesiyle, İran, Osmanlı’nın karşısında geriledi.
BUGÜNÜN İSTANBUL’U, KANUNİ’NİN İSTANBUL’UNA SAYGI DUYMUYOR
13 kez sefere çıkan padişahın, 46 yıllık saltanatının neredeyse üçte birini at üstünde geçirdiği bir gerçektir. Osmanlı kançılaryası, bütün ofisleriyle seyyar bir hale dönüşmüştü. Aynı zamanda da memleket idaresi için bütün kararlar ve emirler, hatta sikke darbı işlemleri dahi muhtelif yerlerde yapılıyordu. Seferdeki Otağ-ı Hümayun, Topkapı Sarayı’ndaki ‘arz odası’nın işlevine sahipti. Buna rağmen İstanbul’un çehresinin isabetle değişmesi de bu dönemdedir. Büyük devirde büyük kadrolar yetişiyor; Muhteşem Süleyman devri mimarından şairine Osmanlı’nın parlak devridir. Payitahtta ulemanın gözdesi şairlerin sultanı Bakî, uzak Kerbela’da bir köşeye itilmiş ama aslında edebiyatımızın en büyük şairi olan Fuzulî, Osmanlı astronomi biliminin son uzmanları hepsi bu devirde yetişti.
İstanbul, görkemli kamusal yapıların; bir yandan da mütevazı devletlu konakları ve ahşap yapıların şehriydi. Türkler güzel yemek yiyordu, güzel giyiniyordu. İstanbul’un kadınları, şehri gezmekten zevk alıyorlardı. Bütün şehrin türbelerini, gayrimüslim ayazmalarını ziyaret etmeyi de iş edinmişti. Erkek cemiyeti ile kadın cemiyeti birbirinden ayrıydı ama kimse kafes arkasında yaşamıyordu. Kanuni’den sonra İstanbul, zaferle dönen ordunun mehter nöbetini, gemilerin selam toplarını özler hale geldi ama tarih yürüdü. Şurası bir gerçek: Bugünün İstanbul’u, Kanuni devri İstanbul’unun mirasına saygı duymuyor, hatta saygı duyduğunu tekrarlayıp duranlar daha da saygısız.
TÜRK SİNEMASINA YENİLİK GETİREN ADAM TARIK AKAN
Verimli bir sanat ortamımız olsa, Türk sineması Tarık Akan’ı daha yıllarca baş tacı edebilirdi. Sadece oyuncu olarak değil, yapımcı, rejisör olarak da.
1949 doğumluydu ama 1947’liler neslinden sayılır. O, sinema dünyasına girdiği vakit, Türk sineması eski rejisörlerinin ve senaristlerinin etkisinden kurtuluyordu denemez. Aynı kişiler gömlek değiştiriyordu.
Türk sineması zamana ayak uydurmaya çalışan kurumlarımızdandır. Genç Tarık Akan, önce Türkiye ortalamasının üstünde kalan fiziği, bir yanı romantik bir yanı maço haliyle Türk halkının gönlünü çeldi. Oyunculuğu renkliydi; yer yer komedi, yer yer dramı canlandırmayı biliyordu. Dönemin siyasi akımları dışında kalmadı. Bu, ona has bir yenilikti. Vurdulu kırdılı filmlerin yanında, Türkiye rekoru kıran ‘Hababam Sınıfı’ndaki cingözlüğü, köy filmlerinin yanında Yılmaz Güney filmlerindeki rollerinin hepsi bu büyük aktörün bizim dünyamıza hediyesidir.
12 Eylül’de tutuklandı. Uzun bir süre hücre hapsinde tutuldu. Bununla birlikte zamanımızın sözde liberallerinin aksine sol ve sosyalist düşüncenin devlet düşmanlığı olmadığının farkındaydı. Özgün bir oyuncuydu, siyaseti tutarlıydı, farklı düşünceleri vardı. Türk sineması ve sanat dünyası için erken bir kayıptır... Eğer verimli bir sanat ortamımız olsa Tarık Akan’ı daha yıllarca Türk sineması baş tacı edebilirdi. Sadece oyuncu olarak değil, yapımcı, rejisör olarak da.
UÇ FİKİRLERİN RENKLİ İNSANI İSHAK ALATON
SANAYİ dünyasının duayenlerinden İshak Alaton geçtiğimiz hafta son yolculuğuna uğurlandı. Türk Yahudi cemaatinin bir özgün yanı vardır; Birleşik Devletler’de bile görülmeyecek şekilde sanayi yatırımına meraklıdırlar ve doğrusu Alaton’un kuşağı sınai üretimde hakkıyla yerini tutmuştur. İshak Bey’in bir ikinci özelliği de vardı; televizyon ve yazılı basında bazı halde müşterilerini ve bayilerini kızdıracak kadar uç fikirler serdederdi. Kendisiyle tanışırdık ve hatta dosttuk; iltifatını esirgemezdi. Yüzde yüz uyuşan iki dost olmasak da vazgeçemediğim bir renkliliği ve öne çıkardığı ilginç boyutlar vardı.
İshak Alaton’un asıl önemi nedir? Sanayiciliğinin yanında Lozan azınlığına mensup bir grubun seçkinlerinin aksine ihtiyatlı konuşmayı tercih etmedi. Bu tavır bence toplumuyla bütünleşmenin samimi göstergesidir. Tenkit etmek, kırgınlığını ifade etmek Türkiye’yi ve Türk toplumunu benimsemek demektir. Alaton ve kendisini izleyenler bu takdirkâr davranışı gösterdiler. Hiç şüphesiz ki özleyeceğimiz bir kişiliktir.
Paylaş