Paylaş
ALTI ve yedinci asırlarda doğmakta olan Venedik Cumhuriyeti, Bizans’ın kontrolü altındaydı. Yavaş yavaş Akdeniz’in ticareti himaye altındaki bu cumhuriyetin eline geçti. İmparatorluk yani bizim Bizans dediğimiz Roma İmparatorluğu, İstanbul’da ve bazı bölgelerde İtalyan tüccarların yerleşip koloniler kurmalarına, bağlılıklarını arz edip vergi ödeme karşılığında ticari imtiyaz edinmelerine ve nihayet cemaat ilişkilerini yürütmelerine ses çıkarmadılar.
Galata dediğimiz bölge, sınırları itibariyle bugünkü Unkapanı-Karaköy ve üst tarafta da Tünel’le sınırlıydı. Bu duvarların içinde yerleşen İtalyanların bölgesine sur içinde (intra muros) oturan Konstantinopol halkı Yunanca, ‘Pera’ (karşısı) derdi.
ÜÇKÂĞITÇI PERA
Bu ifade “Bizim oturabileceğimiz yer değil” anlamında bir küçümsemeyi ya da “Tekin insanlar değiller” anlamında bir kuşkuyu ifade ederken, zamanla ‘üçkâğıtçı’, ‘sömürücü’ anlamında bir deyime dönüştü. 1185’te Bizans’ın yerli halkı artık Katolik-Ortodoks ayrışması içinde kendi ibadet yorum ve kiliseleriyle surların içinde yaşayan Venediklilere saldırdılar ve bir pogrom tertip ettiler. Venedik, 1204’te bunun acısını çıkardı. Kudüs’e yönelmesi beklenen IV. Haçlı Seferi’nde Haçlıları İstanbul’a saldırtarak intikam aldı. Şehir düştü ve tarihteki Bizans Roması’nın ikbali karardı.Devir deviri izledi... İstanbul’un sahipleri değişti...
Pera, Venediklilerin ve Cenevizlilerin yanı başında Akdeniz ve Batı dünyasının dört yanından gelenlerle doluydu; İspanya’dan kovulan Müslüman Araplar gibi Yahudiler, Kırım’dan getirilen Karay Yahudisi Türkler mahalleler kurdu. Pera genişledi. Venedik Sarayı oraya taşındı. Sur içinde oturan kadim İstanbullular için Müslüman olsun, Hıristiyan olsun Pera küçümsenen, kuşkuyla bakılan bir bölgeydi. Doğrusu meyhane İstanbul’un camilerinin etrafı hariç her yerinde vardı ama Pera’da insanlar restoran kültürüyle tanıştı. Tiyatro da vardı ama Batı tiyatrosunu insanlar Beyoğlu’nda tanıdı. Sarah Bernhardt, Franz Liszt Beyoğlu’na geldi. Örneğin Pera’daki Levanten bankerlerin ve tüccarların mermer konaklarında İstanbul’daki paşalar dahi oturmayı hayal edemezdi.
GEZİ’YE TEPKİNİN GEÇMİŞİ
Beyoğlu yavaş yavaş muhafazakâr Türk düşüncesinde yoldan çıkılan bir dünya, milliyetçilerdeyse imparatorluğu sömüren bir yer haline dönüştü. Gezi olaylarının esprili ve medeni yüzüne sert bir tepki gösterilmesi bir asırlık birikimdir. Bu duygunun siyasi yönden istismarı kolaydır. Çatışmacı politikalarınsa kimsenin arzu etmeyeceği bir çatışma ortamına sürüklenmesi aklı başında insanların kâbusudur. 2013 Mayıs’ında başlayan inşaat makineleriyle savaş, kaba bir düelloya dönüştü. Her zaman için kusurun büyüğü yönetilende değil yöneticidedir.
PLAKÇIYA ŞİDDET VAHİM BİR OLAYDIR
İÇKİ içiliyor diye kafeye ve plakçıya yönelen şiddet herkes için vahim bir görünümdür. Nihayet bir opera binası, Taksim Camisi ve parkın yerine yapılacak tarihi bina(!) vaadiyle bu olay geçiştiriliyor. Taksim Meydanı’na yapılacak kasaba tipi operayla -ki bugünkü öyledir- Haydarpaşa tarafındaki kültürel tesis ve yeşil alanların akıbeti mi örtülmek isteniyor? Bu tarihi bina nedir? Hiçbir uygar şehirde böyle bir tesisin isminin, resminin ve planının vatandaşlar için meçhul tutulduğu görülmemiştir.
HAYDARPAŞA GARI OPERA BİNASI OLSUN
Kültür Bakanlığı orkestrayı ve operayı yeni kadrolarla donatmıyor. Doğru dürüst opera binamız yok, yapılmıyor ama her şeye rağmen dış dünyadaki operalarda Türk sanatçılar görülüyor ve takdirle dinleniliyor. Demek ki Cumhuriyet’in opera olayı tutan bir aşıdır. Geçen yıldan beri ödül verdiğimiz sanatçıların çoğu yurtdışı operalarının sanatçısı.
Her bulduğumuz eski binayı otel yapamayız. Mesela Haydarpaşa Garı’nı otel değil opera binası olarak düşünmek lazım. İstanbul Operası da idarenin ve bazılarının söylediği gibi Taksim’deki bina değil. Orada İstanbul’a layık opera olmaz.
OPERADA BİR GECE
SEMİHA Berksoy adına kurulan ‘Opera Vakfı’, 2000 yılından beri 19 Haziran tarihini ‘Opera Sahne Sanatları Bayramı’ ilan etmişlerdir. Zira İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Haziran 1934’teki uzun Türkiye ziyareti sırasında Ankara’da bugün ‘Resim-Heykel Müzesi’ olan, neoklasik mimarinin sempatik bir eseri sayılan, bizim gençliğimizde ise üçüncü tiyatro ve Türk Ocağı binası olarak tanıdığımız yapıda Türkiye’nin ilk opera eseri sahnelendi. ‘Özsoy’ o devrin yazarlarından Münir Hayri’nin (Egeli) librettosunu yazıp Adnan Saygun’un bestelediği bir perdelik opera eseriydi. Konu Şehname’deki İran ve Turan savaşlarına dayanıyor ama İran ve Türkiye’nin uzun tarihi kardeşliğini vurguluyordu. ‘Özsoy Operası’ başta Semiha Hanım (Berksoy), Nimet Vahit, Nurullah Şevket gibi sanatçılarımızın opera dünyamıza kazandırılmasına neden oldu. Semiha Hanım, Berlin’e gönderildi.
Bu temsil gününün bayram olarak seçilmesi isabetli. Bu sene Remziye Alper, Müfide Özgüç, Pekin Kırgız ve Ahmed Defne’ye saygı ödülleri verildi. Suna Korat Onur Ödülü’nü Asude Karayavuz, Ayhan Baran Özel Ödülü’nü Gökhan Ürben, Cemal Reşit Rey Ödülü’nü Aydın Karlıbel aldı. Genç kuşağın ödül alan sanatçıları Hale Soner ve Asude Karayavuz’u dinlemek keyfini tattık. Deniz Uzun rahatsızdı, dinleyemedik. Başarılı bir sanatçımızdır.
BÜYÜK BRİTANYA AYRILDI DİYE KIYAMET KOPMAZ
CUMA sabahı itibariyle Büyük Britanya halkı resmen AB’den ayrılmayı istediğini ilan etti. Başbakan Cameron galiba biraz acele ederek Birlik’te kalındığını açıklamıştı. Ama Büyük Britanya, Avrupa değildir. Avrupa’nın ötesindedir. Demokrasisi daha ileridedir. Kıtanın en iyi eğitim kurumları oradadır.
Daha 19’uncu yüzyılda tükettiği köylülük ve tarım için kendi çiftçisine hiçbir destek vermemişken, Avrupa kıtasının çiftçilerini beslemek Büyük Britanya’ya ağır geliyordu. Haklıydılar. Çünkü hayatları pek kolay değildir. Belki eski Taç ülkeleriyle (Commonwealth) ilişkilerini biraz daha geliştirebilirler. Bununla birlikte Britanya ve Avrupa’nın birbirinden ayrılacağı düşünülemez. Sistem şöyle olmalıdır. Herkesle yoğun ikili ilişkiler ve bir ya da iki ülkenin sultasına yönelik birliklerden uzak durmak. Bu referandumdan sonra kıyametin de kopacağını kimse düşünmesin.
Paylaş