Paylaş
Hafta içinde Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, Adalet Bakanlığı’nda hâkim ve savcıların seminerinde “Hukuk fakültesi tercih ederken lütfen kadrosuna bakın, dersinize giren kişilerin hukukçu mu değil mi, kaç tane profesör, doçent var, buna bakarak tercih edin” diyerek genç hukukçu adaylarına tavsiyede bulundu. 1980’lerde başlayan olur olmaz yerlerde hukuk fakültesi açma furyası ile ortaya çıkan manzara 40. yılında devletin en yüksek adliye otoritesi tarafından hazin bir şekilde nitelendiriliyor.
KURTULUŞ BATI SİSTEMİ
İlk hukuk mektebimiz Sultan Mahmud devrinde açıldı. Hukuk eğitiminin başka bir mecraya ve ellere döküldüğünü gören ve bundan endişe eden Osmanlı ilmiye sınıfı özelikle fakih zümresi kurtuluşu Batı sistemine yakın bir “kudat medresesi” yahut “naipler mektebi” kurmakta gördüler. En başta ders saatleri günün belirli zamanına göre düzenlendi; ders planı ne gariptir Ankara Hukuk Fakültesi’nde de komşu Siyasal Bilgiler’de de devam etti; sabah 08.30 ile öğlen 12.20 arası. Programlarında Roma hukuku bile vardı. İmparatorluğun son yüzyılında hukuk eğitimi kendi bildiği yolda gitti. Fazla uzun konuşmaya lüzum yok, çocukluğundan beri tarih ve edebiyatı seven genç bir dâhi, geleceğin Fuat Köprülü’sü doğru bir yönelimle hukuk okursa daha iyi tarihçi olacağını düşünmüş ki Hukuk Mektebi’ne kaydını yaptırdı. Lakin çok çabuk hayal kırıklığına uğradı ve terk etti.
HUKUK DEVRİMİ 1926’DA
Türkiye’de hukuk eğitiminin tek elde birleştirilmesi Cumhuriyet dönemini bulmuştur. İyi niyet ve doğru teşkilatlanma muhtevanın da isabetli olmasını sağlamaz. Rahmetli hocamız Coşkun Üçok, Ankara Hukuk Mektebi’ni pekiyi dereceyle bitirdi ama “Hukukun en basit kavramlarını profesör Andreas Bertalan Schwarz geldiği vakit onun asistanı olarak öğrendiğimi itiraf ederim” demişti. Hukuk devrimini yapışımız 1926. Devrime hazırlayan eğitim kurumu 1925’te Ankara’da Adliye Vekâleti’nin birkaç odasında kurulan Ankara Hukuk Mektebi. Böyle bugünkü gibi illa lise mezunları değil ortaokul mezunları dahil mektebe alınıyordu. 1933 üniversite reformu ön planda hukuk eğitimini düzenlemek için düşünülmüştür. Tıp eğitimi Osmanlı devrinden beri oturmuştur çünkü orduya hekim ve cerrah lazımdı, baytar lazımdı. Bu dallar ister istemez 18. asırdan beri düşünülmek, düzenlenmek zorundaydı. Bugün Türkiye 50 tane tıp fakültesinin kadrolarını hazırlayabilecek durumda. Tıp fakültelerine bir sürü öğrenci alacağımıza az öğrenciyle çok fakülte açmak daha doğrudur. Fakat şunu açıkça teslim etmeliyiz: 50 tane hukuk fakültesi açacak hukuk bilginimiz yoktur. Herkes hukukçu olamaz ve yetiştirilmesi için de titiz davranmak gerekir.
KONTENJANI EN YÜKSEK
Bir zamanlar Ankara ve İstanbul’daki hukuk fakültelerine her isteyeni kaydetmekle iş çözülür zannettik. Ondan sonra da merkezi sınav sisteminde en kalabalık kontenjan hukuk fakültelerine dayatıldı. Bu kadar kalabalık öğrenciye sabah konferans verilse bile öğleden sonraki “medeni hukuk” ve “Roma hukuku” gibi kur pratiklerin nasıl yapılacağı düşünülmedi.
Rahmetli büyükelçi ve hiç şüphesiz üstün nitelikli hukukçu Coşkun Kırca’nın statüsünü hazırladığı Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi, az öğrenci ve kalabalık sayıda Türk ve Avrupalı hukuk öğretim üyesinin meydana getirdiği kadroyla oluşturulmuş bir modeldi. Ardından Bilkent Üniversitesi aynı şeyi yapmaya girişti pekâlâ, zira uluslararası hukuk sahasına giriyorduk. Avrupa Birliği’ne müracaatımız bizi buna zorlaşmıştır. Beynelmilel alana çıkacak yeterli hukukçumuz olmadığı anlaşıldı ve işe giriştik. El’an aynı şeyi yapmamız gerekir, hem yavaş hem de eksik gidiyoruz. Ama öte yandan da vakıf veya taşra üniversitelerinde hukuk fakülteleri birbiri ardına açılıyor.
4-5 YIL ÇOK ÇALIŞMALI
Netice için biz bir şey söyleyemiyoruz. Dürüst demeçlerine şahit olduğum Adliye Vekili Abdulhamit Gül bunu ifade etti. İşin fenası bu fakültelerin bazıları verdikleri bursla daha da teşkilatlı olan hukuk fakültesine girecek iyi öğrencileri celbediyorlar. Derhal acil bir tedbirle düzenleme yapılması gerekiyor. Türkiye’nin şu anda ihtiyacı olan kadro hukukçulardır. Adil ve faziletli olmak için hukukçunun her şeyden evvel ilmini öğrenmesi, hukuk mantığını benimsemek için 4-5 yıl çok çalışması gerekir. Hukuk öğrencileri çalışmaya, dosya okumaya alıştırılmıyor, böyle bir eğitimleri yok. Zaten işin garibi lise bitirmiş 18 yaşındaki çocuktan hukukçu yaratabileceğimizi düşünüyoruz. Anglosakson dünyasında başka toplum bilimi branşlarında yeterince eğitim görmüş öğrenciler arasında tıpkı merkezi sisteme benzeyen bir sınavla öğrenci alınıyor. Harvard, Yale, Chicago, Oxford, Londra ve Cambridge gibi yerlerden çıkan hukukçuların nasıl yetiştiklerinin iyi incelenmesi lazım. Gerçekten toplumlarını yönetecek başka alanlardaki diplomalılara açık ara fark atacak zümreler ortaya çıkıyor. Kolay bir iş değil, biraz sabır gerek. Ama bu sabır bir asrı gerektirmiyor. Ciddiyet ve iyi niyetle hukuk eğitimini düzenlersek 10 yılda bile verimini almaya başlarız. Adliye sistemi ve yargıyla toplumumuzun ilişkilerinin girdiği çıkmaz bu acil müdahaleyi gerektirmektedir.
YAVUZ SULTAN SELİM HAN'IN MUASIRI: BABÜR ŞAH
14 Şubat 1483’te bugün Özbekistan ve Kırgızistan arasında taksim edilmiş verimli vadi Fergana’nın hâkimi, Timur’un torunu Ömer Şeyh ve Cengiz Han’ın torunlarından Yûnus Han’ın kızı Kutluğ Nigâr Hanım’ın oğlu olarak dünyaya geldi. Babasının ölümü üzerine sadece 12 yaşındayken Fergana tahtına o geçti. Bu vassal (tâbi) bir hükümdarlıktı. Daha erken yaşlarından itibaren Fergana’da kendisini tanımayan ayan ve komutanlarla çarpıştı. Semerkant’a dayısına sığındı. Semerkant’taki hâkimiyeti de kısa sürmüştür. Özbeklerin hükümdarı Muhamed Şeybani Han’la mücadele etti ve yenildi.
BAŞKENTİ AGRA
Bugünkü Özbekistan Timur’a ve Babür’e sahip çıkıyor. Irk ve dil olarak bu doğru bir sahiplenme. Lakin Babür’ün hatıratını okuduğumuzda açıkça görürüz ki Özbekler rakip ve çok kavga edilen bir kabileydi. Orta Asya’da tutunamayacağı için bugünkü Afganistan’a yerleşti ve oradan da Hindistan’a. Muasırı Yavuz Sultan Selim Han’ın Suriye, Filistin ve Mısır’ı Osmanlı’ya kattığı zaman, o da bugünkü kuzey Hindistan’ı kendi imparatorluğuna kattı, Delhi’yi aldı ve Agra’yı başkent olarak seçip yerleşti.
YANLIŞIN SORUMLUSU
Kim ne dersin Hindistan kıtası, Hintliler de dahil Babür İmparatorluğu’nun bıraktığı eserler ve kurumlarla biçimlenmiştir. Cengiz soyundan gelme iddiası, ki kısmen doğrudur, Timur ve Babür Hanedanı’nın bu konudaki alametleri benimsemesi hatta Farsça Çağatay Türkçesi Arapçayı bilen bilgin bir hükümdar olan Babür’ün Moğolcayı da öğrenmesi devletin Hindistan kıtasında “Mughal” diye tanınmasına ve İngilizlerin de bu mirası seve seve devam ettirmesine neden oldu. Bu yanlışın sorumlusu Babür hanedanının kendisidir. Büyükelçi Halil Akıncı’nın zamanında Hintli uzmanların yazdığı başarılı bir eser “Hint-Türk Mimarisi” başlığını taşıyor.
MİRASI YUTAN TOPRAK
Hindistan bir gayya kuyusudur. Manevi mirası yavaş yavaş yutar, Babür’le birlikte Delhi çevresinde yerleşen birtakım köylerdeki Türkler bugün ne olduklarını biliyorlar ama Türk dünyasıyla temasları zayıflamış ve çok fakir bir hayat sürmektedirler. Hindistan Babür’ün eserleriyle ve oğlu Hümayun’un ve torunlarından Ekber’in zaferleri ve çabalarıyla yeni bir kültür yarattı. Orduda Türkçe, devlette Farsça veya bugünkü Pakistan sınırları içerisinde Urduca ve tabii yüksek saray soyluları edebi muhitlerde Çagatay Türkçesi hâkimdi.
Babür’ün üç ciltlik “Babürname” eserinin en doğru tercümesi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin mütebahhir (engin) bilginlerinden Reşit Rahmeti Bey tarafından çevrilmiştir. Gerçekten Babür’ün yazdığı özgeçmişi (res gestae) bir şaheserdir ve eşsizdir. Kullandığı nesir ve şiir dili eşsiz bir tarihi şaheserdir.
Onun hakkında o günden bugüne yazılan en klasik eser Fransız Fernard Granard’ın haklı olarak “Babür”ü, Şark ve Garp bir edebi ve bilimsel portre olarak alkışlar. Yine Jean-Paul Roux’un “Babur-Büyük Moğolların Tarihi” (Dergâh) kitabı Türkiye’de yayımlanan önemli biyografilerden biri.
Hindistan’daki zaferi daha çok II. Murad devrinde kullanılan hareketli küçük topların uyarlanıp kullanılmasına dayanır. Böylece fillerle karşısına çıkan yerel orduları ve mihraceleri kolay yenmiştir. Ne garip tarihi bir paraleldir, Yavuz’un ele geçirdiği Mısır ve Babür’ün kurduğu Hindistan birbirine yakın zamanlarda İngiliz İmparatorluğu’nun eline geçti. Bu iki büyük kuvvet sayesinde Britanya İmparatorluğu gerçek bir dünya gücü oldu.
Paylaş