Paylaş
İzmir tarihi, ünlü arkeoloğumuz merhum Ekrem Akurgal’ın Bayraklı kazılarından beri yakın çevresiyle bilinir. Burada kent merkezindeki Agora kazıları ve düzenlemesini de zikretmeliyiz. Helenistik devirden beri kıyıdaki Smyrna meskûndur. Ortaçağlarda 14’üncü yüzyıl ortalarında İzmir, Anadolu beyliklerinden Aydınoğulları’nın elinden çıktı ve Rodos Şövalyeleri’nin eline geçti. Rodos Şövalyeleri’nin küçük Asya’daki en iyi savunulan müstahkem mevkilerindendi ve aynı zamanda da iç bölgelerle teması sağlayan bir iskeleydi.
LAĞIM SİSTEMİNİ KULLANDI
Timur, Ankara Savaşı’nın hemen ardından batıya doğru ilerleyip oradan da Rumeli’ye geçmek niyetindeydi ve İzmir’in stratejik önemini anlamıştır. Batı Anadolu’da yaptığı tahkimat ve örgütlenmeden sonra İzmir’de kale içinde bulunan şövalyelerin reisine ültimatomunu bildirerek kalenin teslimini istedi. Bu reddedilip direnişe geçilince kaleyi kendi hücum metotlarıyla kuşattı. En önemlisi lağım sistemini iyi kullanmasıdır. Surların temelini lağımla kazıp gizlice oyarak enlemesine boşaltıyor, temelden ağaç payandalarla tutturuyor, ondan sonra kullandığı neftle ateşe veriyor. Vakanüvislerin duvarın kızdırılması diye tabir ettikleri bu düzenle tutuşan ağaç destekler yanıyor ve kalenin suru o mevkide temelden çökünce de ordu içeri girerek müdafileri kılıçtan geçiriyor.
CENKLERİ ‘ZAFERNAME’DE
Timur tarihini yazan Yezidli Şerefüddin (Şerefüddin Ali Yezdi) “Zafername” adlı Farsça ve sonra da hemen Çağataycaya çevrilen bu ünlü eserinde Timur’un cenklerini ve muhasaralarını anlatıyor. Eseri çeviren Ahsen Batur’un doğrusu bazen abartılarla eleştirdiği güçlü yazarı (ki mütercimin çevirisi mükemmeldir) bugün en önemli Timur devri kaynaklarından saymak mümkündür. Timur’un İzmir’i alması ve müttefiki Aydınoğulları’na terk etmesiyle yurdumuz bu güzel şehri bir daha kaybetmemecesine elde tuttu. (Mütareke devrinde 1919 yılı 15 Mayıs’ındaki statü her şeye rağmen işgaldir. İzmir’in teslimi bir anlaşmayla tanınmamıştır ve 3 sene 4 ay sonra da istirdad edilmiştir.)
ASYA’NIN TÜRK GÖÇEBESİ
Timurlenk doğuş itibariyle önemsiz bir derebeyidir. Şüphesiz Çağatay hanlıklarının içinde önemli bir sülalenin kurucusudur ve ana tarafından zorlama bir şecereyle kendini Cengiz Han’a bağlamaktadır. Bu özelliği dolasıyla Timurluların ve torunu Babür Han’ın Hindistan’daki hâkimiyeti “Mughal” diye isimlendirilir. Yanlış isimlendirmenin müsebbibi sadece Hintlilerin bilgisizliği veya Britanya emperyalizminin niyetleri değil(!) Timur’un kendi seçtiği hâkimiyet sembolüdür. Şüphesiz ki Timur ne Moğol’dur ne de başka ırktandır, Asya’nın Türk göçebesidir ve konuştuğu yazdığı Çağatay Türkçesidir.
Gaddarlığı ve amansız savaş düzeni 13, 14 ve 15’inci asrın bütün Asya ülkelerinde olduğu gibi çok acımasızdır ama kendisi Türk tarihinin önemli bir mareşalidir. Yıldırım Bayezid Han gibi Osmanlı savaş düzeni içinde müstesna yeri olan ama Orta Asya’daki hanlıkların amansız savaş ve diplomatik entrika düzenini tanımayan hükümdarın, bu strateji karşında yenilmesi kaçınılmaz gibiydi.
STRATEJİSTİN ÖNGÖRÜSÜ
Timur, Memlûklarla çatışmaktan çekindi. Bunda bir stratejistin öngörüsü kuvvetlidir. Tarih biliyordu, zaten Şam’da huzuruna çıkıp konuştuğu İbn Haldûn’un bilgi ve yorumlarına hayran olmuştu. Ortadoğu’nun asıl coğrafyasını ve düzenini değiştirecek kuvvet, onun bir müddet önce yendiği Bayezid’in torunlarıdır, çünkü yeni dünyanın ateşli silahlarını ve düzenini çok etkin bir biçimde kullandılar. Eski dünyanın son büyük mareşali denecek Timur, Çin seferinin arifesinde öldü. Onun Çin’e yönelişinde bile ilginç bir klasisizm vardır. Bu büyük ülkenin bir gayya kuyusu olarak fatihleri bile yutacağını hesaba katmamış görünüyor ve şurası da bir gerçek: Timur Akdeniz’i daha doğrusu artık bahriye düzeninin cirit attığı dünyayı sadece son fethettiği İzmir’de gördü.
ATATÜRK’ÜN GÖRÜŞLERİ
Timurlular hanedanı üzerinde son zamanlarda çıkan en iyi eserlerden biri benim de meslektaşım hatta hocam sayılacak İran araştırmaları sahasında da bu hanedana tarihi yaklaşımıyla tanınan İsmail Aka’nın kitabıdır. Hiç şüphesiz ki Şerefüddin Yezdi’nin “Emir Timur” (Selenge), İsmail Aka’nın “Timurlular” (Kronik) ve onlar kadar olmasa da Beatrice Forbes Manz’ın “Timurlenk” kitabı da okunması faydalı, öğretici olan eserlerdir. Emir Timur üzerinde Atatürk’ün ilginç görüşleri vardı ve bir kurmay olarak onun takip ettiği harp sanatının dönemi için çok önemli olduğunu anlamıştır ve ifade etmiştir.
SEMERKAND’DAKİ PAYI
Timur, Cengiz soyu iddiasından dolayı Büyük Han hatta Han unvanı bile kullanmamış, Emir Timur Küregen (yani damat) unvanlarıyla yetinmiştir. Bunun daha etkin bir siyasi unvan olduğu kanısındaydı. Orta Asya’nın kabileleri arasındaki çatışmalarda yerine göre taraf değiştirmekten, kurnaz ve hatta acımasız davranmaktan çekinmedi ama diğer taraftan da 13’üncü yüzyılın bütün Asya imparatorlukları gibi bir abidenin medrese veya cami ve türbenin yapımında binlerce kilometre öteden seçkin usta ve nitelikli işçi nakletmekten çekinmedi. Bugün bilhassa Semerkand Ortaçağlar için çok düzenli ve kendine özgü ihtişamlı, rengi olan bir şehirse bunda onun payı büyüktür. O iktidara geçtiğinde Semerkand 2 bin yıllık bir şehirdi. Emir Timur ve torunları zamanında bu şehrin bu kadar görkeme kavuşması torunu Uluğ Bey gibi bilginlerin çıkışı ve medreselerde İslam döneminin son Rönesansını yaşayan, hatta Anadolu’yu da etkileyen bir yer olduğunu unutmamalıyız.
MEDRESELER NEYDİ NE DEĞİLDİ
EKMELEDDİN İhsanoğlu’nun “Medresler Neydi, Ne Değildi?-Osmanlılarda Akli İlimlerin Eğitimi ve Modern Bilimin Girişi” adlı kitabı iki kısımdan oluşuyor. Birinci bölümde 8.-16. yüzyıllarda İslam dünyasında medresenin teşekkülü işleniyor. Bunlar kütüphanelerin çatısı altında gelişmelerdir. Abbasiler devrindeki ünlü tercüme evi de bunlardan biridir (Beyt’ül Hikmet). Aynı şekilde hastaneler çatısı altında ve rasathaneler altında gelişenleri vardır. Bunlar daha çok İran ve Orta Asya’ya mahsus olanlardır. Osmanlı medreselerinin bu çerçeveye ne kadar oturduğunu birinci bölümde okur ve tartışabiliriz. Ama kesin olan bir şey bu medreselerin standart eğitime sahip bir bürokrat, yargıç ve müderris-hoca yetiştirme esasına dayandığıdır. Buralarda Osmanlı medrese bölümü üzerindeki tartışmalar yanında bunların eğitim derecesine ve ihtisasına göre coğrafi dağılımı kadar ta Nizamülmülk’ün Nizamiye medreselerinden itibaren Osmanlı medreselerine evrimin şeması da tartışılır.
İkinci bölümde ise Osmanlı medrese tarihçiliğine bir eleştiri var ve şaşılacak bir şey, Ekmeleddin İhsanoğlu kendisi de Mısır’da ünlü bir müderrisin oğlu olmasına rağmen medreselerle üniversite modeli arasındaki basit benzetmelere hiç itibar etmiyor. Müspet ilimde, kimyada ihtisaslaşan bir bilim tarihi hocasının umumi medrese tarih yorumu ve ardından Osmanlı medreseleri üzerindeki üç büyük makalesi ve tartışmaları ele alışıyla ilginç bir el kitabı ortaya çıkmış.
Bir şeyi unutmayacağız: Altı asırlık tarihimiz içinde bir yerde medrese modern bilim kurumlarına girdi veya onlarla rekabet içinde bir yol tuttu. Kendini yenileyenler oldu, eriyip gidenler oldu. Bugün medrese Türk hayatında nesnel etkileri dışında aydınlarımızın zihninde yer bulmuş bir kavram değil. Bu gibi çalışmaların okunmasında, tartışılmasında büyük fayda var.
Paylaş