Paylaş
1967 Mart ayı olmalı. Baharın ilk ayıydı. Türk-Arap öğrencilerin tertiplediği bir otobüs turuyla Ortadoğu sınırını geçtik. Ortadoğu’ya ilk girişim değildi ama en ilginci olacaktı, çünkü İskenderun’dan Halep’e geçiyorduk. Güzelim Halep’ten Şam’a, Beyrut’a, Beyrut’tan eski Kudüs’e. Tekrar Amman üzerinden Şam ve geri dönüş. O yıllardaki Türklerin Arabistan gezileri böyleydi. Çoğunlukla toplu pasaportla seyahate çıkan öğrenciler vardı. Kimsenin fazla alışveriş yapacak hali yoktu ama alışveriş yapacak bir-iki kişi de kafilede yer almıştı. Dünyayı gördükleri yoktu. İki kız daha Halep Kalesi’ndeyken “Bu harabenin ortasında ne yapacağız ki? Beyrut’a gidelim” diye yakındılar.
Beyrut’u niçin çarpıcı bulduğumuz açıktı. Halep’in eski atmosferi, Şam’ın yakın zamana kadar korunan tarihi folklorik görünümü bizim millete ilginç gelmiyordu ama sınırdan içeri girdiğimizde Lübnan’ın ne olduğu anlaşılıyordu. Gümrük memuru bir güney Fransız işadamı kılığında geldi. Gözlüğünden ceketine kadar havalıydı. Çapkın gözlerle kızlara baktı ve indi. Artık Arap dünyasının refahına girmiştik.
NE DE OLSA BAALBEK
Baalbek, Efes’i, Aezani’yi, Antakya’yı gören beni bile çarptı. Ne de olsa Baalbek’ti. Lübnan bütün yeşilliği ve güzelliğiyle önümüzdeydi. Harabenin girişindeki memurun bile bir refahı ve güveni aksettirdiği görülüyordu. Etraf daha bakımlıydı. Derken Cebel-i Lübnan gözümüzün önüne geldi. Dağdan yavaş yavaş Beyrut’a doğru iniliyordu. Etraf her birisi Arap dünyasının zenginliğini nakleden villalarla, iyi giyimli insanlarla, binaların önü pahalı otomobillerle doluydu. Beyrut uzakta göründü. Cebel’den iniş bir harikaydı. Beyrut’un, Chicago Üniversitesi profesörlerden Bert F. Hoselitz’in “Parazit şehirler” diye ifade ettiği kavramı bölgenin bütün iktisadi zenginliğini nakleden, ithal malını içerilere sevk eden, bankalarına birikimlerini toplayan örneklerine uyduğu açıktı.
DÜNYAYA ENTEGRE BÖLGE
Lübnan’da Arap mahallesindeki bir talebe yurdunda kaldık. Hiç de bizim talebe yurtlarına benzemiyordu. Bazıları akşam Beyrut’taki Foliberjere gitti. Basit bir Paris taklidi olmadığını söylediler. Daha tecrübelilerdi. Şehirde sağda solda Lübnan müftüsüyle Nasır’ın resimleri vardı. Kurban Bayramı arifesinde siyasi gerilimi aksettiren dedikodular duyuluyordu. Ama bunların hiçbiri çok etkin değildi, çünkü Beyrut’un sokakları ortanın altındaki semtlerde bile bir rahatlığı ve refahı aksettiriyordu. Tahsili son derecede zor, tarihi biraz geçmiş bir çeki Beyrut’ta Bank Ottoman hemen bozdu. Herkesin dediği dünyayı takip eden ve dünya sistemine entegre bir bölgeydi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Lübnan’da eski iskele şehri Cünye’den sonra yarattığı modern Beyrut birçok yönüyle İstanbul’da, İzmir’de, İskenderun’daki hayatı geçmişti. Hiç şüphesiz ki ahalinin bir kısmının uğradığı restoranlara öbürü girmeye hayal edemezdi. Çarşıda Burç Meydanı’nda satılan işporta mallar dahi bizde her yerde görülmeyecek kalitedeydi. İthalat o tarihte milliyetçi Çin’den, Singapur’dan, Fransa’dan Amerika’ya her yeri içeriyordu. Gelir farklılıklarının etnik gruplaşmalara tekabül ettiğini söylediler ama herkes kendince memnundu. Çarşıda birilerini gördük. İlginç galabiyeleri vardı. “Şu adamlarla görüşelim” dedik. Rehberlerin tercümanlığıyla işe giriştik. Herkes İstanbul’da akrabası olduğunu veya ne zaman gördüğünü anlatıyordu. Belli ki imparatorluğun eski liman şehri merkezin ötesine atlamıştı.
BURÇ MEYDANI HARİKAYDI
Lübnan sedir çamlarıyla meşhurdu. Sedir ağaçlı bayrağı Lübnanlılar seviyordu henüz. Devletin anayasası, parlamento ve hükümetin teşkili 1848’deki Dürzi-Maruni çatışmasından sonra kurulan Cebel-i Lübnan Nizamnamesi’ni andırıyordu. Fransa’nın uyguladığı model buydu. Doğrusu Fransızca ve Türkçeyi bilenin pek sıkıntı çektiği yoktu. Önünden geçtiğimiz okullar bile daha dış görünüşünden eğitimin ne olduğunu gösteriyordu. Burç Meydanı bir harikaydı. Bugün orada patlamanın vurduğu son darbeyle bir harabe doğdu. Zaten Lübnan İç Harbi’nden beri Refik el-Hariri’nin yaptığı restorasyona rağmen Burç Meydanı artık eski Lübnan’ın ve Beyrut’un merkezi değildi. Parlamento gösteriş için kurulmuş ölü yapı gibiydi. Eski zamanlarda burada bir canlılık vardı. Bir müddet sonra, 1975’te iç harp başladı. Ortadoğu’nun tutarsızlığı, ne o parlak bankalar kaldı ne o tatlı hayat. Gördüğümüz binaların çoğu harabeye dönmüştü.
YER YER LEKELENMİŞTİ
İnsanlar Lübnan’dan kaçıyordu. Aslında 19. asırdan beri dışarıdan göç edilen bir ülkeydi. O göç edenler Lübnan’a dışarıda kazandıklarını yolluyordu. Bu kaçanlar da aynı yolu tercih ettiler ve bütün kurumları sarsılan ülke ayakta kalabildi. İç harp sona erdi. Refik el-Hariri ülkeyi restore etmeye kalktı. Hangi gruplarla işbirliği yaptığı biliniyor ama işbirliği ne mahiyettedir bir muamma. Suudi Arabistan’ın şımarık veliahtı Hariri’nin suikastla kaldırılmasından sorumlu tutuluyor. Oğlunu ise tekme tokat 3 gün hapsetmişti. Lübnan bir araya gelemiyordu. Şırıl şırıl akan şelalelere rağmen elektrik sıkıntısı çekiliyordu. Zira Dürziler ve liderleri jeneratör ithalini elinde tutuyordu. Çöpler ortadaydı çünkü yapılan ihalede yolsuzluk yapılmıştı. Eski müteahhidin, yani belirli bir siyasi grubun çöpü devralıp almayacağı tartışmasıyla şehir pislik içinde hayatına devam ediyordu. Eski, zengin mahallelerinden gece bir yere ödümüz koparak geçtik. Fakirleşen mahalle sekenesinin bazısı karı-koca dileniyordu. Güzellikler ve müreffeh zamanın ince zevki fakirliğin getirdiği kabalık ve pespayelikle yer yer lekelenmişti.
CÜNYE BAŞKENT OLACAKTI
Cünye, Beyrut’un aleyhine yeniden zenginleşiyordu. Beyrut da benim gördüğüm 1967 yılının Beyrut’u değildi ama Cünye çok öne geçmişti. Projelerden bahsettiler, Şiilerin tasallutu, her yatırımı önlemeleri ama kendilerinin aksine iş hayatına girmeleri basit gerilla etkinliklerini bir yöneticiliğe çevirmekteydi. Tarihi düşman Maruniler ve Dürziler bir araya gelmişti. Parlayan eski Osmanlı iskelesi Cünye başkent olacaktı ve Cebel’e doğru ne Şiilerin ne Sünnilerin oturmak istemediği Cebel mıntıkası iki-üç milyonluk nüfuslu bir yeni cumhuriyet olarak teşkilatlanma durumundaydı. Bu kuruluş halen ortaya çıkmadı ama olaylar onun yakınlaştığını gösteriyor. Lübnan sakinlerinin bir kısmı ahalinin öbür kısmını kervanın dışına iteleyerek kendi yoluna devam etmek niyetinde. Bunun Ortadoğu haritasının kabul edilemeyecek bir gelişmesi olduğunu söylemek zordur, olur mu olur.
İHMAL Mİ TERÖR MÜ
5 Ağustos günkü meşum patlama bir ihmalden mi oldu, yoksa tesadüflerinden istifade etmek isteyen bir Şii terörist aktivitesi mi? Yedi yıldır nitrat deposu halindeki kaçak gemi hamulesi, şehrin ortasındaki limanda nasıl duruyor? Limana halk “Port-Hizbullah” diyormuş. Ümitsiz kitle bütün politikacıları aynı mal diye nitelemekte haksız değil. İsrail bu işi kendinin yaptığını reddediyor, onların reddine adeta Hizbullah da külah sallıyor.
Bir küçük memleketin son ümidini ve anılarını bile yok edecek bir facia başladı. Kimyevi patlama epidemiyle birleşiyor. Osmanlılığın 400 yıllık hâkimiyeti sonrasında çok huzurlu bir memleket ortaya çıkmış sayılmaz. Bununla nostalji ve restorasyonun mirası üzerinde durmak istediğim anlaşılmasın. Fakat bazı memleketler geniş kültürel tarihlerine, ananelerine pekâlâ diğerlerinden geri kalmayan akli ve bilimsel birikimlerine rağmen perişanlıktan kurtulamıyorlar. Batı’nın şehirlerindeki parlak Lübnanlıların bu derbederlikle ne alakası var diye sorabilirsiniz. Cevap, nasıl olur onu bilemiyorum.
Paylaş